Adımlarıma Işık

29 Ocak 2011 Cumartesi

Beyaz Minibüs

Avuçlarım terliyor. Terledikce terliyorum. En çok bağrım yanıyor. Herzamanki gibi. Alışığım yani. İçtikce içiyorum. Banamısın demiyor. Isındıkca içiyorum, içtikce ısınıyorum. Hani öleceğini bilsen bile uçurumdan aşağı atlamak gibi. Düşene kadar yaşanabilecek  o kısa özgürlük adına feda edip arkada bıraktığın herkes ve herşey gibi.

Parmaklarımıza dikkat etmeyiz. Sonra saçlarımıza, ayaklarımıza ya da yanaklarımıza. Düşünmeyiz. Sonsuza kadar öyle kalacaklarını zannederiz. Unuturuz birgün herkes gibi yok olacağımızı. İyi ki hâlâ sağlıklıyım demeden daldırırız kaşığımızı şu meşhur Nutella'ya. Hiç anlamadım nasıl kaşıklaya kaşıklaya yediklerini. Ağabeyimde ufakken tatlı kaşığını Nutella'ya daldırır, dakikalarca üzerindekini yalardı. Özendiğimden denerdim bende. Birkaç saniye zorla dayanırdım mide bulantısına. Midem bulanırdı benim. Herkesin ayıla bayıla yediği Nutella'yı yalayınca... o an anladım ben de bir enteresanlık olduğunu ve de hayıra alamet olmadığını. Neyse...

Geçtiğimiz haftasonunu dostlarımla geçirmiştim. Uzun zaman olmuştu okadar çok zamanı onlarla geçirmeyeli. Sokaklarda dolaştık, benim çalgıcılara rastladık, herzamanki gibi durup dinlemeden esgeçtik, dilenen adamın önündeki karton parçasına ne yazdığını okumak için bir-iki saniye durmamın haricinde durmadım hiçbir yerde. Bir an dost'la olmanın bazen iyi olmadığını düşündüm. Beni anlayan bir çift gözün üzerimde olması, benim aylarca içimde sustuklarımı kusmam demek. O gözlerin üzerimde olması, hiçbir konuda kıvıramayacak olmam demek. Herşeyi olduğu gibi tüm çıplaklığıyla masaya yatırmak zorunda olduğum demek. Kimi zaman bu durum pozitif etki yapıp beni rahatlatıyor olsada, herzaman içimde sustuklarımın dışarıya yansıması güzel olmuyor. Adı üstünde. Konu belli. Susuyorsun işte. Alemi yok anlatmanın öylece. Sus. Sus ki duyulmasın. Bilmesin kimse. Ardında birşey aramasın. Konuşmak zorunda kalma ve de en önemlisi unuttuklarını hatırlama... Sonra cafe'de bir şarkı çalar ve "hayır ya..."

Gerçek mutluluğu  yalnızken yaşayabiliyor isem mutluluk sayarım ben.

Lâkin kendimi hep 'eksik' hissettiğimden midir nedir, dikiş tutturamıyorum birtürlü. Tuttuğum yolda ilerleyemiyorum. Bazen oturuyorum ve bekliyorum. Kimsenin gelmeyeceğini bile bile bekliyorum. Daha doğrusu beklenenin gelmeyeceğini bile bile bekliyorum. İşte eksiklik duygusu böyle berbat birşey sayın okurcanlar. Bu eksiklik duygusu, dolmak için kıyma arar durur kendine. Her kıymayı içine alır. İncelirim sonra tutamam onları içimde. Her kıyma yakışmadı içime. Sonra tekrar ediyorum kendi kendime... ah nerede, vah nerede...

Velhasıl, sanki üçümüz bu eksiklikleri doldurmak için tutunacak birer dal olduk birbirimize. Odamdan çıksınlar istemedim. Evlerine dönsünler istemedim. Kırmızı duvarlarım onlara, onlarda kırmızı duvarlarıma bakıp sıkılsınlar istedim. Ama şikayet etmesinler istedim. Evet birkerelik gayet bencildim. İşe yaradı. Dostum bana bir masal anlattı, ben de uyudum...

Beyaz atlı prens olayı öte dursun, geçen hafta rüyamda 'beyaz minibüs'lü prensim geldi. Onu bekliyorum. Tıpkı rüyamdaki gibi başımı dizlerine yaslasın ve " ben de seni bekliyordum..." desin diye.

Olacak.

Goncagül "Umutlu"

27 Ocak 2011 Perşembe

Acele İş

Uzun zaman önce "The Others" filmini izlediğimde konusundan çok etkilenmiştim. Hatta film bilinçaltıma öyle bir yerleşmiş ki, hayatta yaşadığım bazı durumlarda o felsefeden yola çıkarak davranmışım. Pek alakası olmayabilir ama empati kurmasını bile o filmden sonra öğrendim diyebilirim. Henüz izlememiş olanlara tavsiye edilir. Bu arada hazır anlatmışken bu bahsettiğim film sözüm ona bir korku filmidir. Yani yıllar geçtikce ben de tabii normal bir filmmiş gibi sözüm ona diyorum lâkin ben de zamanında tırsmıştım. Bilginize.

Gelelim bu akşam asıl yazmak istediklerime. Ya da istemediklerime. Ya da çok isteyipte aman birisi birşey der veya yanlış anlar diye anlatmak istemediklerime. Susmak istediklerime ama yinede duyulsun istediklerime... diye uzar gider bu. Evvela biten şarkım tazeleyeyim. Hani herkesin iyi, temiz, sütten çıkma ak kışık halleri var ya, onu anlatmak istiyorum ben size. Hatta öylesine anlatmak istiyorum ki bu defa yazmayı değil, harbiden kameraya konuşmak istiyorum. Sanki ben sizin karşınızdaymışım gibi oturtun beni önünüze ve beni dinleyin istiyorum. Artık mimiklerimden bu konuda ne kadar ciddi olduğum, ve böyle devam ederse çıldıracağımı anlatmak istiyorum. Özellikle de bir kaç kişinin anlamasını öyle çok istiyorum ki. Anlaşılan yine istiyorum da istiyorum. O anlamasını istediğim özel bir kaç kişinin ( bir kaç kişi dediğime bakmayın ) bu yazıyı okumayacağını biliyor olmam da cabası. Herneyse. Birileri okusun diye yazmıyorum zaten. Bir nevi terapi diyebiliriz. Özellikle bu akşam yazdığıma.

Vazgeçtim.

An itibariyle anlatmak istediklerimden vazgeçtim.

Farkındayım çok saçma oldu.

Ama vazgeçtim.

Çünkü gereksiz olacak.

Ben yine kendi içimde yaşayıp kendi kendime düşünürüm bu konuyu. Neden hala birilerinin uğraştığını. Neden anonimliğe özendiğini. Neden beni salak zannettiğini falan yazmak istemiyorum.

Yazarsam olmaz.

Yazmayacağım.

Goncagül "Kararsız!"

20 Ocak 2011 Perşembe

Havada da olsa karada da olsa...

Hani şu sevgilisine mi nişanlısına mı (günümüzde ikisinin arasındaki farkı anlayamıyor olsakta...) havada, yani uçakta evlenme teklif eden eleman var ya... hani gündeme güm diye düştü, haberlere çıktı...? "Aaaa ne güzel keşke benim sevgilim de bana hava da evlenme teklif etseeeeğğğ" diye tepki verdiğiniz olaydan bahsediyorum. Hah! işte ilk başta haberi izlerken güzel hostesin yüzündeki ifadeye benimde içimin gitmiş olmasına rağmen sonrasında çok farklı düşünmeye başladım.

Şayet evlilikler 'evlenme teklif'lerinin tarzına göre sürmüş olsaydı şimdiye dek, eyvallah çekerdim sonuna kadar. Lâkin anlamıyorum; ne önemi vardır hava da veya kara da evlilik teklifi almanın? Ne oluyor uçağın içinde eline mikrofonu alıp herkesin içinde evlenme teklif etmek? güzel mi? havalı mı? (kesinlikle 'hava'lı), sevgili biraz daha mı fazla sevmeye başlıyor?

Şimdi sakın kimse benim romantiklere kıl olduğumu falan düşünmesin. Ben ki hayallerini en uç seviyelere taşımış ve orlarda tutup hiç indirmemiş, değişik duygusallıkları ve romantik fantazileri olan bir kızım ( her ne kadar tek tabanca takılsam da...) bu gibi olayları sevmiyorum sadece. Samimiyetsizdir çoğu. Gerçek değildir. Bir evlilik teklifinin nasıl yapıldığı değil, evlilikleri boyunca o adamın o kıza nasıl davrandığı ( ve tabii kızında o elemana) önemli benim için. Sanırım en çok böyle bir düşünce yapısına sahip olduğum için de kimsenin bana hediye almasını istemem. Herkese çok kolay hediye alır, hatta bunu sık sık yapabilen birisiyim. Ben sevgimi hertürlü göstermeyi seven ve sevgisini gösteren insanlara yapışmak isteyen bir kimseyim. Ama samimiyetsizce yahut sahte duygularla yapılan her eylem (hediye almak, sıradışı evlilik teklifleri vb...) bana vız gelir. İçinde sahici duygular olmadıktan sonra yaptığı herşey anlamsız ve boştur. O elemana, sahtedir, aslında duygusuzdur, evlendiklerinde eminim o kıza hayatı zindan edecektir falan diye yazmıyorum bunları... mimlendim sadece. Konudan ilham aldım. Adam gayet aşık ve yoğun hislerlede yapmış olabilir pekâlâ... neyse anladınız siz beni.

O kız eve yorgun argın geldiğinde, saatlerce makyajsız dolaştığında, hastalanıp kendine engel olamayarak oraya buraya kustuğunda, yıllar geçtikce kırıştığında, sözlü veya nişanlıyken rimellerinin arkasına gizlediği garip huylarını ortaya koyduğunda... da seviyorsan hâlâ, bravo ozaman sana!
Benim bildiğim aşk ta sevgi de budur. Karını ya da kocanı her haliyle 'ilk gün' ki gibi sevmek. Heyecan olayına girmiyorum. Yirmi sene sonra "ya ben karımı görünce hâlâ heyecanlanıyorum" diyen adama bu kafayı nasıl yapıyorsun diye sorabilirim... ama sevgi başka şey. Sevgi gerçek. Sevgi herzaman ve sevgi aynı olmalı.

Yani mesele hangi atraksiyonlarla o kızı/erkeği kandırdığınla alakalı değil...

Siz siz olun, tek taş pırlanta ile bir kırmızı gül'ün arasındaki farklılığı evlenmeden önce kavrayın.

Goncagül "Bekarzede"

18 Ocak 2011 Salı

Ve Özgürlük Sırtından Vurulmuş

Elbette bazı insanlara uzun uzun bakar gülümserim.

Görünce dışsal ve içsel heybetini, tabii ki ona saygı duyarım.

Farkedince ve de anlayınca ne için çabaladığını, neler kaybettiğini bu uğurda, onu bambaşka yerlere koyarım; Çünkü ya artık yoktur bu kahramanlardan yahut vurulmaya ve ölmeye devam ediyorlardır bir yerlerde.

Özgürlük sırtından vurulalı tam dört yıl oldu. Ne değişti? Hiç bir şey.

Ne denir ki. Dört yıldır anlaşılamayanlar nasıl ve ne zaman anlaşılabilir ki. Umudumuz var mı peki? Hala adaletin yerini bulacağına ve o yerde birtürlü silinmeyen kanın silineceğine dair... Suçluların hakkettikleri cezayı çektiklerini görüp "biryerlerde adalet tükenmemiş" diyebilecek miyiz.

Bütün o yürüyüşler, yerinde ve haklı konuşmalar, adalet uğruna yapılan her bir eylem farkedilecek mi...?

Umursanacak mıyız hiçbir sözünün ve düşüncesinin umursanmadığı Güvercinin katilleri tarafından?

Yoksa tıpkı bugün gibi, her 19 Ocak tarihinde unutulmamış bir acı olarak yüreklerimizde sızım sızım sızlamaya devam mı edecek...?

Ben söyleyeyim. Benim artık yeryüzünde bu suçun hakkettiği cezayı çekeceğine dair bir umudum kalmadı. Varsın olmasın. Varsın böyle istedileri gibi kapattklarını zannetsinler. Bu memleketin adaleti yoksa, ilahi adalet vardır.

 Mutlaka birgün hesap görülür...

"Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce."  Hrant Dink

Goncagül "Dink"

17 Ocak 2011 Pazartesi

Beklemek

Kimine göre sabretmek zor. Kimini inandırmak zor. Günlerce vazosunda kalıp yavaş yavaş solarken etrafa saçtığı ekşi koku gibidir bilinmezliğin acısı da. Neyi kimi ve niçin beklediğini bilmeden saatlerce ve de sessizce oturduğun yerde kalmaktır öylece. Uzun uzun tek bir noktaya takılır gözlerin. Sen aslında aynı anda bir çok şey düşünsende, beynin uyuşur ve sonunda anlayamazsın sen bile. Nereden geldiğini, gerçekte ne istediğini. Kimle konuşup kimle susuşmak istediğini. Elde avuçta bir mektup vardır defalarca okuduğun, ama anlayamadığın. Neden yazılmış olabileceği hakkında en ufak bir fikrin olmasa da o, sana ulaşmıştır. Her ne kadar karşıda empati kuran birileri olduğuna inandırmak istesen de kendini gerçek oldukca farklıdır…

   ...Sen işgal edilmiş ve teslim olduğun için mahcup bir kinle, sömürü yasalarının sürmesini istiyorsun... Bedenleri ve ruhları tüketen geleneklerin, öldürücü tabuların, yasakların gücü eksilmesin istiyorsun, bu yüzden...Sürsün ki kimse kendisiyle baş başa kalmasın istiyorsun. Daha da hızlı dönsün çarklar... Her şey hızla tükensin; tükensin ki yüzleşmeye vaktin olmasın, içindeki teslimiyetle, utançla... C.E
Goncagül "durgun"

11 Ocak 2011 Salı

İyi ki doğdum

Merhaba,

Bendeniz doğum günü çocuğu. Şu an yatağımın içine girmiş birtürlü happy birthday'lerin verdiği eğlenceli moda giremiyorum. Oldum olası giremedim zaten. Girmek gereklimidir, bu konuda kararsızım. Emin olduğum tek şey, dünden ve büyük ihtimalle yarınımdan farksız bir gün. Neden doğum günü çocuklarına uzaylı muamelesi yaparlar ve neden doğan kişi parti düzenler? Neden sürprizler yapılır ve neden hediyeler alınır... Bir yaşıma daha girdim ama bu soruların cevabını hiç anlayamadım. Sanırım anlamakta istemiyorum. Belki de kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş. Ya da murdar... Neyse, ben kedi değilim, bu konuda hemfikiriz. Yıllarca hep özenle onyedi yaşına girmeyi bekleyen ve onsekiz yaşında kendisini çok değişik ve çok güzel olayların beklediğine inanan bir kız çocuğuydum. Ne onyedi yaşımda muradıma erdim ne de onsekiz yaşımda o hevesle beklediğim günler geldi. Anlayacağınız her yıl yaşıma bir yıl daha ekleniyor olması beni bir santim daha uzatmıyor. Daha akıllanmıyorum ya da biraz daha durulmuyorum. Geçen senelerin anlamsızlığı her yıl doğum gününde tekrarlanıyor işte. Olgunlaşmak ve akıllanmak her yaş gününde gerçekleşseydi, o zaman ben harbiden onbir ocağı iple çeker, dillere destan şekilde de kutlardım. Lâkin böyle bir durum sözkonusu olmadığına göre ben ortada kutlanılması gereken bir olay görmüyorum. Aferin, iyi ki doğmuşum. Ben mi doğmuşum? Yani illa ki birini kutlamamız gerekiyorsa bu beni doğuran çok saygıdeğer insan muhterem hanfendi annem olmalı. Yattığı yatağın başını kırdıracak kadar sancı çektirmem, fakat alnının akıyla bu işi saatler sonra başarıyla tamamlayan o. İyi ki doğurmuşsun annesi, demeli. Yahut, iyi ki yaratmışsın Yüce Tanrı. Gerçi, 'Doğum günün kutlu olsun'u duymakla 'iyi ki doğdun'u duymak arasında büyük fark var. Birisinin bana iyi ki doğdun demesinin bu dünyaya hakikatten boşuna gelmemişim dedirtiyor. Öyle yani, mutlu oluyorum. Misal ben şuan yazımı yazarken Facebook'tan dostlarım bir bir öyle güzel şeyler yazıp kutluyorlar ki, mesele doğmak değil, sanırım bir işe yaramak ve birşekilde sevilen olmak. Ben bu kadar insanın samimiyetle ve içtenlikle bu kadar güzel sözler yazıyor olmalarını Rab'den başka bir yere bağlamıyorum asla. İzzet O'nundur hertürlü.

Velhasıl, öyle ya da böyle doğdum ben evet. Annemin karnında annem ile birlikte acılar çektim. O'nun karnında olan biten bütün olumsuzlukların hepsini tek tek duydum. Üzüldüm, doğmak istemedim. Yüzdüğüm o suyun içinden çıkıp karşılaşacağım zorluklara yenik düşmek istemedim. Sonsuzlara dek o 'birgün' bilinmezlik olacak dönemi, annemin karnında, belki de bilinçsizce yaşamak istedim. Embryo olarak duyan, hisseden ama konuşamayan biri olarak kalmak istedim. Ama doğmalıydım. Doğdum. Çok geçmeden korktuğum başıma geldi ve zehirlendim. Sanırım istediğim oluyordu. Ölüyordum... Henüz hiçbirşey yaşamamışken, görür görmez çok sevdiğim ve tanıdığım ilk kadının kollarında geldiğim yere gerisingeriye dönecektim. Dönmedim. Çünkü daha okadarcıkken bile birilerine ibret, birilerine sınav olmak için işe yaramalıydım. Şayet sınavı geçmesi gereken kişi bunu olması gerektiği gibi yapamasaydı şuan burada yazıyor olamazdım, buna eminim. Ölmedim. Doğmuş olmamın bir sebebi var. Büyürken çektiğim bütün sıkıntıların ve de hatırladığım her karenin hayatımda önemli bir yeri var. Doğmuş olan bazıları gibi amaçsızca ve nereye gittiğini bilmeden yaşamıyorum. O doğmuş olan bazılarını, amaçsızca gittikleri yoldan geri döndürüp gerçek olan amaca ulaşabilmenin yollarını 'öğretebilme' yetkisine sahip biriyim. (Şair burada kendini övmez, Tanrı'nın lütfundan bahseder)

Uzun lafın kısası sevgili okurcanlar, bugün benim doğum günüm ve ben hiçbirşey hissetmiyor olsamda bir yıl daha yaşlanmış olmak gurur verici vesselam. Birilerine hediyeler almak çok hoşuma gitsede birilerinin bana hediyeler armağan etmesine alışmış biri değilim. Zaten hiç doğum günü partileri düzenlemediğim için aldığım hediyelerin sayısı hayli düşüktür. Ama bu gece, en beklediğim kişi en beklediğim hediyeyi verse keşke diyorum. Hay Allah yahu hiç utanmıyorum... Yok yok utanılacak birşey istemiyorum. Neyse saçmalıyorum.

Herkese teşekkürler.

Goncagül "22 sinden gün almaya gitti... gelecek"

5 Ocak 2011 Çarşamba

Ters Köşeler

Bazen bir şarkı, bazen bir rüya -yoksa kabus muydu?

Ya da bazen hiçbirşey.

Bazen herşey.

Anlatamam. Anlatırsam gerçek olur. Konuşursam duyulur.

En sevdiğim oyun; kelimeleri sıraya dizme oyunu. Hayat gibi.

Bazı soruların üstünü biz örteriz, bazı sorunların üstünü gece.

Ben iyiyim.


Ve ne yazık ki huizinga'ya inandığım günler olmuştu geçmişimde. Biraz utanıyorum bu yüzden.

Hayaletler görüyorum desem, bana bir tek sen inanırsın -ki sen de çok uzaktasın.

'ağrıyınca kar yağıyor'
-muş.
yazan Tersköşe

Başka insanların yazdıklarını nadiren paylaşmışımdır bloglarımda. Neredeyse hiç... Tersköşe adlı blog'a bir akşam tesadüfen internette gezinirken rastlamıştım. Yazan kişiyi tanımıyorum. Okuduğumu bilmez. Benim gibi uzun uzun yazmaz. Bazen sadece kafasına estiği birkaç cümleyi yazar. Onun yazdıklarını okumayı sevdim nedense. Dolaptan su almaya giderken ardımdan annemin bağırıp, kendisinin bile üzerinde durmadığı ama benim zihnime çakılan anlamlı cümleler duyuyormuş gibi hissediyorum her seferinde. Sık sık yazan biri değil belli ki. En azından blog'a sürekli paylaşmadığını biliyorum. Şu dakikalarda yine o'nun yazdığı bir yazıyı okumak yoktu hesapta. Yine tesadüfen tıklanmış ve tesadüfen okuduğum bir yazıydı bu. hani derim ya bazen, şimdi ben sussam ve birileri anlatsa diye. Derim ya hani keşke şimdi birisi beni bana anlatsa diye. Ya da derim ya, şu duygularımın tercümanı olsa da ben uyuyana kadar konuşsa diye... öyle oldu be.

Aklımda birbir sıraladığım şeyleri hızla düşünüyorum bazen. Ne kadar da sıradan ve yalın olduklarını farkediyorum sonra. Aslında öyle ahım şahım istekler olmadıklarını görüyorum. Günlük yaşamda belki de artık hiçkimsenin üzerinde durmayacağı kadar basit şeylerin özlemini çektiğimi hissediyorum. Keşke herşey eskisi gibi olsa derken aslında sadece eskiden yaşadığım güzel huzurlu bir anın özlemini duyduğumu farkediyorum. Bir yaz akşamında korkusuzca yokuş aşağı inip bakkaldan çekirdek almak gibi. Çok sevdiğim biriyle kırmızı kareli bir battaniyenin altına girip şekerli patlamış mısır eşliğinde en sevdiğim filmleri izlemek gibi. Kulağımda yüz kere dinleyebilecek kadar sevdiğim şarkılarla o çok sevdiğim parkın etrafında terlemekten su damlası formunu alana kadar koşmak gibi... yorulunca parkın içindeki 'yaşlı adamın' cafe'sinde köpüklü Kriek içmek gibi. O hiç tanımadığım ihtiyarlarla sohbet etmek gibi. Ve de hiçbirşey yaşanmamış, özeller açığa çıkmamış, sırlar paylaşılmamış gibi eve dönmek  yeniden. Karnım şişince yeşil çay içmek gibi. Yatağımın içine girip, çok önceden tavanıma yapıştırdığım fosforlu yıldızları karanlıkta izlemek gibi. Onaltı yaşındayken heyecanla onyedi yaşına girmeyi beklemek gibi...

Mutsuz değilim ben. Yine öyle gayet olumsuz ve de pesimist bir yazı yazdığımı düşünmesin kimse.

İyiyim ben.

Yaşıyorum sadece işte...

Herkes gibi...

Belki biraz fazla yoğun...

Belki herkesden biraz daha suçlu...

Belki herkesten daha geveze...

Ne dersen de işte.

Sevmek son kertede kaçınılmaz sona karşı çıkmaktır...Ama o sonu bile bile sevmek... Gözünü son kez kapar gibi sevmek...O sevgide hapis kalmaktır...

Goncagül "İyi"

4 Ocak 2011 Salı

Kan gövdeyi götürsün, biz sevişelim...

"Jigsaw gerçek olsa ve sizi kaçırsa, hayatta kalmak için karşınızdaki insanı 'vahşice' öldürür müydünüz?" diye sordum geçen gün neredeyse hiç tanımadığım birkaç insana. Soruyu sormaktaki amacım kendimce bazı meraklarımı gidermekti. Alabileceğim cevapları önceden tahmin edebiliyordum. Bazıları çok şaşırtmış olsa da, aslında herkesin cevabı aynı gibiydi. Hayatta kalmak için "öldürürdüm" cevabı verenlerin yaşları küçüktü. Belli ki fazla düşünmeden cevap vermişlerdi. Veya fazla tecrübe edinmemişler bu hayatta...Birisi, "yaşamak istediğimi kim söyledi ki?" diye cevap verdi. Aslında bu cevabı verirken bile karşısındaki insanı değil, kendini düşünmekteydi. Başka birisi "karşımdaki insanın kim olduğuna bağlı" diye cevap verdi. Bir diğeri, bence gayet ukalaca olan bir cevap olan "Benim hep bir B planım vardır, merak etme :-)" diye yanıtladı. Sadece bir kişi de benim asıl duymak istediğim cevabı vermiş ve"öldüremezdim" demiş...

Ben de öldüremezdim. Nasıl öleceğimi ya da artık yaşayamayacağımı düşünmeden kendi ölümüme izin verirdim. Öyle bir vahşet yaşadıktan sonra hem istemeden katil olmanın hem de öylesine bir travmanın içinden çıkıp kaldığım yerden devam etmenin bir anlamı olmazdı çünkü. Ama şu insanların bencilliğine bakıyorum da, her konuda aynı şekilde davranıyoruz. Bir karar vermeye çalıştığımızda hep aynı felsefeyle düşünüp harekete geçiyoruz. Her ne kadar "karşımdaki insanın kim olduğuna bağlı" desekte aslında hep "ben öleceğime o ölsün" yapıyoruz. Ve her ne kadar "benim hep bir B planım vardır" desekte, mutlaka birini öldürüyor yahut ölüyoruz...

Bir insana uzun ve detaylı bir açıklama yaparken, karşımızdaki insanın bizi ne kadar anladığını umursamayız. Asıl amaç yine kendi içimizdekileri döküp bir güzel ifade etmeye çalışmaktır. Bunu kimi zaman öylesine terbiyeli ve de fiyakalı yaparız ki, bir de üzerine kanatlarımız kabarır. Hiçbirşey birisi için değildir. Yaptığın herşey, söylediğin her söz ilk önce kendi ego'na hitap etmeli. Yoksa o asla tutamadığı dilini çok güzel tutar insanoğlu.

Zaten suspus olan birisine gidip uzun uzun neden susması gerektiğini anlatmak kadar manasız bir davranış biçimi var mıdır bu hayatta?

Zaten konuşmaya mecali olmayan ve üstüne üstlük artık hiç te oralı olmayan bir insana gidip neden rahat durması gerektiğini en ince ayrıntısına kadar anlatmaya gerek var mıdır?

Zaten ağzının payını almış-oturmuş, çekeceğini çekmiş, pişmanlığını hat safhalarda yaşamış bir insanın karşısına geçip inadına "tiksiniyorum...tiksindik..tiksinmeye devam edeceğiz..." çekmenin ne luzumu vardır? zevk mi veriyor, egolar mı okşanıyor, neler oluyor...?

İnsan herşeyi önce kendisi için yaparmış. Anlattıkları, anlaşılmasa da olur, fakat işitilsin birkere. Sevdikleri, o'nu sevmese de olur, sahip olsun yeter ki. Sinirlendiğinde küfür edip avazı çıktığı kadar bağırmasa da olur, o kişinin kalbini kırmayı başarsın yinede.

Mesele nasıl yaptığın değil, niçin yaptığındır bazen. Ve durup düşünmek gerekir; zulüm anlarında  gerçekten acıyı çekenmisin yoksa çektiren mi...

Bencil ruhlara itafen.

Goncagül "Özgür"

1 Ocak 2011 Cumartesi

2010 daha dün gibi aklımda

Bir önceki karamsar yazı'dan dolayı okuyan gözlerden özür dilerim. (Şair burada üzgünlüğünü ifade eder)

Ne demiş Tarkan, "Arada bir ben de kadere küsüyorum...".

Sevgili 2010,

Bana sandığımdan daha çok şey kattın. Görmemezlikten geldiklerimi gözümün içine soktun. Duymak istemediklerimi bağıra bağıra söyledin. Biraz daha olgunlaştırdın. Ruhumu gıdım gıdım iyileştirdin. Ben de sana izin verdim... Gidenlere hiç neden gittiklerini sormadım. Çünkü bu yıl, aynı zamanda kendi yarattığım boşlukların içine neleri düşürdüğümü, en çokta kendi kendimi hapsettiğimi gördüm. Bu yıl herkese bereket dağıttın. Sevgililer sözlenip nişanlandılar. Evlilik için gün aldılar. Zaten nişanlı olanlar evlenip yuvalarını kurdular. Birileri okulunu bitirip iş hayatına atıldı. Birileri çalıştığı yerden ayrılıp daha güzel ve hiç ummadığı kadar mutlu olabileceği bir ajansta işe başladı... Bu yıl olan biteni arkada ıirakmaya ve birdaha hiç arkaya bakmamayı öğretti. Tanıdığımı zannettiğim insanları esasında hiç tanımadığımı ve özellikle tanımamak için nasıl da üç maymunu oynadığımı gösterdi. tutsaklıklarımdan kurtulduğum bir yıldır 2010. Hemde acı çekmeden (pekâlâ dostum bunu inanarak yazmadım). Itaat duygusunun yeri geldiğinde ne kadar zor olduğunu çok derinden hissetsemde sonucunun nasıl güzel olaylar doğurduğunu canlı canlı yaşadığım bir yıl oldu.

Itiraf ediyorum; 2010 okadar da kötü bir yıl olmadı galiba.

Ali Riza Tekin'in öleceğini biliyordum. Hayal kırıklığına uğramadın. Üzüldüm sadece. Fakat en nihayetinde yıllar önce başlayıp hayatlarımıza  giren bu dizinin bitmesine sevinmiyor değilim. Zaten çok uzun zamandır izlemeyi bırakmıştım. Ben de dizinin bitmesini isteyen herkes gibi final bölümünü başından sonuna kadar, evet utanmıyorum, içten içe ağlayarak izledim :-) Çünkü biz bir dizi izlemedik... tamam tamam susuyorum :-).

2010 senesi, ağabey'ime sürekli olarak "üzülme, takma, düşünme, sadece iste bak gör olacak. Rab yapar" demelerimin sonucu tatlı bir kız nasip oldu. Iyi de oldu. Mutlu mesut pıtırcıklar oradan oraya kelebek gibi uçuşuyorlar işte. Aşk öyle birşey sanırım.

Uzun lafın kısası, her yıl herkes iyi kötü birşeyler yaşıyor. Yaşadıklarımızı yaşadığımız seneye bağlayıp geçtiğimiz yılları suçlarsak salaklık etmiş oluruz. Olup biten herşeyin sorumlusu biziz. Aldığım kararlar, yaptığım şeyler, tutarsızlıklar, ve bunun gibi bütün şeyler tamamen bizim sorumluluğumuz altında. Herkes kendi yaptıklarından ve yaşadıklarının hesabını sadece kendine verir. Ne geçen yılları ne de bir başkasını suçlamak çare değildir. Bir nebze olsun rahatladığımızı hissetsekte başkasına bok atınca, biliriz içten içe eğriyi de doğruyu da...

Hepinizin yeni yılını kutluyorum. Umarım bu yıl tek başımıza hiçbirşey yapamayacağımızı ve Tanrı'ya ihtiyacımız olduğunu tamamen anladığımız ve buna göre yaşadığımız bir yıl olur. Bunu en çok kendime, sonra da sizlere söylüyorum.

Goncagül "Yatışır"
Goncagül "Asla sömürmez"
Goncagül "Kime ne anlatmış ki sana anlatsın"
Goncagül "Bilinmezlik"