Adımlarıma Işık

27 Şubat 2011 Pazar

Sonuncu Baskı

Dün akşam uzun bir süre sonra tek başıma sabahladım. Niyetim o değildi, öyle gelişti birden. Ansızın gelen ağlamalar gibi. Kaybettiğin birinin birşekilde kendisini sana geri hatırlatması gibi. Ne tuhaf duygudur başkasına ait birşeyi daha iyi tanıyormuşsun hissine kapılmak. Öyle zannetmekten çok  bundan emin olmak. Buna rağmen, kendine rağmen susmak zorunda olmak. Evet, bu hafta ben suskunluğumu konuşturdum. Daha doğrusu susabildiğim kadar sustum. Bekledim. Sabırla, ucundan azıcık umutla. Kendi kendime ne olumlu ne de olumsuz alacağım hiç bir cevap için umutlanmayacağım diye söz verdimse de, kendime bile itiraf edemediğim bir ümit vardı içimde. Üzgün değilim. Kızgın değilim. Hayallerim yıkılmış gibi de hissetmiyorum. O hissi uzun zaman önce hissedip orada bıraktım çünkü. Bu daha başka ve anlatması zor bir durum. Uzun yıllar birinin yanıbaşında olmak yeterli değildir o'nu çok iyi tanıyabilmek için. Arkadaşı olmak, aynı mahallede büyümek, aynı okula gitmek hatta aynı evde yaşamak bile yeterli değildir tanımak, bilmek için. Birine tamamiyle güvenmek ve sorgusuz sualsiz o'na kendini teslim edebileceğini bilmek, ne sever ne yer ne içerden ziyade sanki hücrelerini görüyormuşcasına tanımak için dokunmak gerekmez... Ve yıllar boyunca hiç dokunamayacağını bilsende, hep bilirsin. O içinde var olmaya devam edecektir. Yaşanmışlıkla ve yaşanamamışlığın verdiği bilinmezlik ile. Bu bile içi okşayan bir tarzda olacaktır. Çünkü aynısını yaşayamayacaksın. Birdaha aynı yollar yürünmeyecek, geri dönmeler olmayacak, beklentiler hayaller ve beraberinde getirdiği bütün o güzel ümitler son bir noktada gömülüp gidecekler. Sen elinde olmadan onların yasını tutarken acı çekmediğini farkedeceksin. Zira biliyorsundur, mutludur. Mutluluğunu bilmek sana fazlasıyla yetiyordur ve cesaretle söylenmemiş her bir sözü aslında bildiğin için içten içe kalbinde küçük bir gülümseme ve bilmişlikle devam edersin kaldığın yerden. Yeni bir sayfa açmak değildir sözkonusu burada. Kaldığın yerden devam etmektir. Zor olanda budur. Ama edersin. Bir ölünün ardından bile devam edebildiğin hayatına, o'nun mutluluğunun farkında olarak daha mesut ve daha rahat devam edersin. Belki de yavrunu emin ellere emanet etmişcesine, enteresan bir şey işte...

Haftanın son günlerine doğru yaklaştıkca -kendime bile itiraf etmekte güçlük çektiğim- umudumu yitirmeye başladım. Suskunluğum derinleşti. Artık çığlıklarımda daha sessizdi. Yüreğimdeki esenliği ve huzuru kaçırmamak adına verdiğim savaşlar, dualar, Tanrı'ya olan güvenimi kat be kat arttırmak için gözlerimi sıkı sıkı kapatıp yalvarışlarım... hepsi yaşandılar ve cevaplandılar. Geçmişte yaptığım her kötülük, çaresizliğin ya da cahilliğimin verdiği bütün günâhları bir bir itiraf ettikten sonra  bir iç yıkamadan geçmiş birisi olarak yürümek için... doğrulup yürüyebilmek için... sonra yavaş yavaş koşmak için... sonra daha hızlı koşmak için... terlerken mutlu olmak içim... mutluyken gülümseyebilmek için... bu pislik ve leşten ibaret olan yeryüzünde sevincimi koruyabilmek için... farklı olduğumu bildiğim için... cadılığı bir kenara fırlatıp içimdeki prensesi uyandırabilmek için... kaybedilen herşeyin ardından YENİSİ VE DAHA İYİSİ GELECEK diye iman edip bu doğrultuda büyüyebilmek için... Tanrı ile el sıkıştım.

Pazar gününe, yani bugün'e kadar vakit ayırdım. O'nun bittiği yeni birşeyin başlayacağı bir gün bugün. Her ne kadar zor olsa da, bazılarına göre zaten çoktan bitmiş olsa da, bu benim günüm.

Dün sabah'a kadar bu şarkı'yı dinledim. Dedim ya, üzgün değil, sadece anlamaya çalışan biriydim. Artık beynimi zorlamıyorum. Sanırım bu hafta suskunluğumun ve bekleyişimin cevabını aldım. Artık sırtımda taşıyamadığım bu yükü usulca yere bırakıyorum. Tek başıma sürdüremediğim bu dengesizliğin içinde uçuşup hatalı düşüncelerin esiri olmamak için, vazgeçiyorum. Tiksindirici, utandırıcı ve de duygu sömürülü hallerimden sonra bile nedeni belli olmayan şekillerde ve de kimliklerde karşımda benimle konuşmasına rağmen. Kendime rağmen. Bundan böyle, sonsuza kadar veriyorum. Bırakıyorum.

Siz de uzun zamandır içinden çıkamadığınız sorularınızı, tutsaklıklarınızı, bilinmezliklerinizi bir kenara fırlatıp kaldığınız yerden sadece kendi aynanıza bakarak devam etmeye çalışın. Baktığınız aynaları iyi seçin ki, kendinizi olduğunuzdan farklı görmeyesiniz. Sadece kendi aynanıza bakın ki, başkalarının kontrolü altında nefes alıp vermeyiniz. Mutluluğunuzu başka ruhlara bağlamayınız. Güvenceniz Tek ve Gerçek olan Yaradan'a bağlayınız. Aşk meşk, toprak olup gidecek. Tek derdim el ele tutuşup kötülüklere göğüs gerebileceğim ve beraber gülebileceğim birinin gözlerinde kendimi bulmaktı. Vaz mı geçtim? Asla :-)

Beni güçlendirenin aracılığıyla herşeyi yapabilirim.
Fil.4:13

Goncagül "Angelica"

25 Şubat 2011 Cuma

Göklerde geziyorum...

Gözlerimden uyku akıyor. Başımı yastığa koysam, iki dakika hayal kuramadan uyur giderim sanırım. Öylede yapacaktım... yatağıma girip uyuyacaktım. Odama girer girmez, kırmızının verdiği harmoniden midir bilinmez, bir duygusallık çöküverdi. Ya da aslında var hep ama ben hissetmemezlikten geliyorum. Başka türlü üzerini örtmeye çalışıyorum. Duymamaya, görmemeye, söylememeye çalışıyorum. En zor kısmı da susmak galiba. Birsürü şey söylemek isterken susmakla yetinmek mesela. Anlatacak onca anı varken susmak zorunda olmak. Kim için... kendim için mi, o'nun için mi yoksa diğeri için mi... belki de hepsi. Neden diyorum neden... Vazgeçemiyorum bu soruyu sormaktan. Aklımı kurcalayan beni sürekli rahatsız eden ve ileriyi görmemi engelleyen bu soruyu aklımdan atamıyorum. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık. Öyle yapıyorum olmuyor, böyle yapıyorum olmuyor. Hiç olmamış gibi devam etmeye çalışıyorum o da olmuyor. Ben böyle soru işaretleri içinde boğulurken geriye tek bir çare kaldığını anladım. Gözlerimi yukarı diktim...

Saçlarım inanılmaz derecede uzadı. İnadına kesmedim. En son Eylül ayında uçlarındaki kırıkları aldırmıştım, üztelik uçları kırık falan değildi. Zaten saçlarım hiçbir zaman çok kısa olmadı. Sadece bir defa Amelie Poulain hastalığım yüzünden onüç yaşında aynı onun gibi kısacık kestirmiştim. Ama şimdi aklıma geldi ki ben o yıllarda Amelie falan bilmezdim. Tamamen Paris ve Parisienne olma hastalığım yüzünden kestirdim o saçı. Hani uzun saçı çok seviyor olmama rağmen, yakışmıştı da ne yalan söyleyim. Böyle bazen kendime rağmen yaptığım şeyleri say say bitmez zaten. Özellikle uyandığımda yataktan daha enerjik çıkıyordum sanki. Uzun uzun erkeklerin ne kadar şanslı olduklarını düşündüğüm birkaç uzun ay'dı işte. Zaten Amelie'yi ben izlemeden önce başka bir arkadaşım izlemiş "Senin filmini çevirmişler mutlaka izlemelisin..." demişti. Yani ortada bir fake varsa o ben değil Audrey'dir arkadaş! Neyse, demem o ki bir bilemedin iki ay sonra saçlarımı pantolonumun içine sokup yeni bir trend yaratabilirim. Bunun mutluluğu içerisindeyim. Goncagül'den saçmalıklar vol 1. Tabii hepsi aynı hizada değil. Kezban Yenge olma gibi bir niyetim yok sonuçta. Hem benim saçlarım kıvırcık. Sadece düzleştirdiğimde ne kadar uzun olduğu ortaya çıkıyor. Hoş, kıvırcık hali de fena sayılmaz artık. Bu saç konusu baydı tamam.

Gözlerimi havaya diktim...
Ve dedim ki...
"Tanrım, eğer olmalıydı ise, buydu ise, planladığın şekil o şekil ise, zaten olmamalı mı? Hatalarım sadece birşeyleri geciktirmiş olamaz mı? Plan bu ise Sen planını değiştirebilir misin? Hayır... Ben bu soru beynimdeyken devam edemiyorum. Takılıp kalıyorum. Benim bu sorudan bir an önce kurtulabilmem lazım. Pazar gecesine kadar müddet. Anlaşalım. Oldu, oldu. Olmadı, ben cevabımı alacağım."

Ardından...

Bir huzur...

Bir sukûnet...

Bir emniyet...

Bir güven...

Tamam herşey çok güzeldi. Yaşadığım o bağ zaten tarifi mümkün olmayan ve sürpriz bir şekilde elde edilmiş kadar güzeldi. Yaşayamadıklarımı özlüyorum sadece. Fakat insan ümidini yukarıya, Tanrı'ya bağlayınca biliyor. Ya o, ya daha iyisi. Ve ben buna inanıyorum.

İntikam 'ınız sizin olsun.

Ben yoluma...

Goncagül "Gitar Teli"

21 Şubat 2011 Pazartesi

Bazen ne yaparsan yap, olmuyor bazen...

... ama üzülme hemen. Çünkü vardır bir sebebi.

Ben kadere inanmam. Fakat hayatımda tesadüflerin olduğuna da inanmam. Her ne kadar tesadüfen çarpışıp bir yıldırım aşkı yaşamak istesemde, herşeyin böyle olmadığını iyi bilirim.
Lâkin her sonucun bir sebebi olduğuna inanırım. Hissedilen her duygunun, düşünülen her düşüncenin ve de ağızdan çıkabilen her kelimenin bir sebebi olduğuna inanırım. "Ben onu demek istemedim..."leri sevmem misal. Çünkü pekâlâ laf ağızdan çıkmıştır birkere. Dönüşü olmayan bir yol gibidir dilin kemiksiz olma hali. Yüreğinden geçeni kaçırır en nihayetinde ağzın. Öyleyse boştur sonrasında anlatmaya çalıştıkların. Vardır işte herşeyin bir sebebi.

Bir gideni varsa; vardır sebebi...

Bir kalanı varsa; vardır sebebi...

Bir son kaçınılmazsa; vardır sebebi...

Kalbin kırılmışsa; vardır bir sebebi...

Hayatın birnevi 'etme bulma dünyası' olmasının yanısıra, bir de insanın sonradan keşfedeceği güzellikler vardır. Demek istediğim; hepinizin bildiği gibi 'bugün' olmuyorsa yarın 'daha güzel'i olacaktır. Ve bugün doğmadığını zannettiğin güneş, yarın gökkuşağı ile birlikte doğabilir.

Öyleyse çaresizlik yoktur. Bu seni yıldırmak, yıkmak, adeta hayata küstürmek için kulağına fısıldanan bir yalandır. Yaşamının anlamı bir erkeğin seni sevip sevmemesine bağlı olmamalı. Sevincin bir kadının daima senin yanında kalma isteğine bağlı olmamalı. Patronun seni eleştirdiğinde ya da kovulduğunda dünyan başına yıkılmamalı. Zira aç kalmıyor artık kimse. Seni sevmeyen o erkeğin yerine daha yüreklisi ve daha sevimlisi gelebilir. Seni aldatan kadının seni aldatmasının bile vardır bir sebebi; daha pırlantalı birileri gelsin diye mesela....

Tabii bu anlattıklarım sizin için, yani 'siz' inanmayanlar ve Tanrı'nın kudretinden birhaber olan kişiler için geçersizdir. Kötülük herdaim sizi altedebilecek güçtedir. Çünkü siz güçsüzlüğünüze bir de gururunuzu eklemektesiniz. Nefretinizi, kininizi, kırgınlıklarınızı, kızgınlıklarınızı... hepsini koca bir top haline getirip kötünün ayağına yuvarlıyorsunuz. O'da o topla oynaya oynaya büyütüyor. Büyüdükce sizi içine hapsediyor. Artık dinlediğiniz boktan bir şarkı bile, beyninize, hükmedebiliyor...

Herşeyin vardır bir sebebi. Benim yaptığım seçim beni yerden yere vurup mahfetmeseydi vakti zamanında, bugün birçok farkındalığıma sahip olamayacaktım. Beni sömürmeseydi, on yıl sonra sömürülmüş olacaktım. Ama olacaktım. Biliyorum. Balık, baştan kokmalı arkadaş.

Dedim ki geçen gün; "Tanrım, peki ya yapmasaydım? bugün hâlâ...?". Sonra sustum. Dedim ki; "O halde var herşeyin bir sebebi. Ve olması gerekiyorsa dönüp dolaşıp gelecek geri. Yok olmuyorsa, imanım var, benim olacak daha iyileri..."

Goncagül "Çok iyi"

12 Şubat 2011 Cumartesi

Kırmızı Saçlı Kız

Bordo ve siyah ojeyi çok severmiş... 

Kırmızının hastasıymış...

Giyim mağazalarında kendini nedense hep çorap ve pijama reyonunda bulurmuş...

Susmaya özenirmiş, susmayı denermiş fakat başarısız olurmuş...

Aslında kendinden bahsetmeyi hiç sevmezmiş...

Yine de hep anlatır, eğer anlatmazsa boşluğun içinde kaybolacağını düşünürmüş... Bazen bu düşünce beynini kemirir; yer bitirirmiş...

Su içmeyi çok severmiş. Genelde hangi ortamda olursa olsun, su'yu, gözlerini kapatarak içermiş. Çünkü o'na göre su, dünyanın en gerçek ve en benzetilmez şeyiymiş...

Erken uyuduğunda zor uyanır, geç uyuduğunda daha kolay fırlarmış...

Orta parmağını arkaya doğru kırmak gibi garip ama vazgeçilmez alışkanlıkları varmış...

Tam bir kitap delisiymiş. Çorba karıştırırken bile gözlerini okuduğu kitaptan ayıramayacak kadar dalarmış satırların içine...

Film ile doğmuş, film ile ölecekmiş; biliyormuş...

Kendini bildi bileli hayaller kurar, birgün gerçekleşeceğine canı gönülden inanırmış...

Çok asabi imiş ama aslında perdelerini kaldırdığında çok hassasmış...

Fevri davranışları yüzünden hep kendi canı yanmış...

Şarkı söylemeyi ve dinlemeyi çok seviyormuş...

Şebnem Ferah'a âşıkmış....

Tam bir BMW E21 '75 - '83 delisiymiş... 

Hep yalnızmış. Çünkü bunu o seçmiş... etrafında birsürü insan olmasına rağmen nedense kimsenin aynı ayarda olmadığını düşünürmüş...

Görücülere ve de usullere inat 'çarpışmak, kitapların yere düşmesi ve yıldırım aşkı!' olaylarına inanırmış...

Yaramaz bir çocuk gibi içine sığmayan bir ruh'u varmış...

Okul yıllarından kalma bir 'bağımsız'lık sözkonusuymuş...

Emir almaktan hoşlanmazmış...

İltifatı sevmezmiş...

Çok şaka yapar, dalga geçenlere tahammül edemezmiş...

Makarna'ya bayılır, Mantı'ya tapar, domatesin hertürlüsüne dalarmış...

Fenerbahçe fanatiğiymiş...

Ağabeyini çok severmiş...

Marketlere inat o, bakkalları ve bakkal amcaları severmiş...

Arnavutları severmiş...

İstanbul'a sevdalıymış... Lâkin kavuşursa bitermiş... Bitsin istemezmiş...

Elif Şafak'ın Ruh İkizi olduğunu düşünürmüş...

Yılmaz Özdil yazılarını kaçırmazmış...

Çocukluğundan beri Iclâl Aydın okur, yazmasının en büyük sebebi sayarmış...

Rakı'yı sek içermiş... Başka alkol sevmezmiş... Yoklukta kırmızı şarap'a hayır demezmiş...

Bir varmış bir yokmuş'lu masalları hiç anlatmamış olmasına rağmen hep, dedesinden duymayı hayal edermiş ve okuduğu her masalı onun sesinden dinlermiş... içinden içinden...

Çocukları çok severmiş... Öğretmen olmayı istemiş... Ama yapamayacağını bilirmiş... Zaten birçok konu da kendine hep manasız sınırlar çizip kendini engellemiş...

Deli cesaretine sahipmiş... ve fakat kullanmasını bilmediğinden sonucu daim hüsranmış...

Osmanlı'ca yı öğrenme gibi bir merakı varmış... Ama sadece merak olarak kalacakmış...

Merak demişken, kendisi çok meraklıymış... Merak yüzünden başına gelmeyen kalmamış... 


Anlat anlat bitmezmiş...

Ama tek bir derdi varmış...

O'da söylenmezmiş.

Goncagül "-miş"

10 Şubat 2011 Perşembe

Aşk Tesadüfleri Sever

Geçtiğimiz pazar günü malumunuz veçile iki manyak arkadaşımla sinemaya gidip, Aşk Tesadüfleri Sever filmini izledim.

İzlemeden önce de biliyordum ki, 'Nefes bile almadan' şekerli mısırlarımı ağzıma tıkayıp kocaman gözlerle pür dikkat seyredecektim.. Zaten yıllardır bir Mustafam (Mehmet Günsür) hayranı olduğum herkesce bilinmekte. Evvel zaman içinde birkaç kişi tarafından Belçim Bilgin'e benzetilmiştim fakat kızın filmde tamamen beni oynayacağını nereden bilebilirdim? Film hakkında hiçbirşey bilmediğim halde, oturup fragmanı bile izlemediğim halde vurulup geri döneceğimi biliyordum. Nitekim öyle oldu. İyi mi yaptım kötü mü bilmiyorum. Uzun zamandır bu kadar etkisinde kalmamıştım bir filmin... ki ben aşk filmlerinden haz etmem! Gerek esas kızın ve esas oğlanın doğallığı olsun, gerek filmde çalan şarkılar olsun, gerekse ustalarında filmde rol almış olmaları olsun bana göre fevkaladenin fevkinde bir filmdi. Böyle sakin sakin size nasıl etkilendiğimi anlatmaya çalışıyor olmama bakmayın sakın. Elimde olsa duygularımı şuraya yapıştırırdım. Gelene geçene dokundurur hissettirirdim. Böyle birşey imkânsız olduğu için mümkün olduğunca ne derece bayıldığımı yazmaya çalışıyorum.

Selin'in sinema salonunda ben kendi kendime film'e gülümserken yakalayıp, dönüp dönüp "Aynı sennnnnn yaaa.. senin hareketlerin işte" demesi beni iyice gaza getirdiğinde, fon'da bir de TNK çalmaya başladığında kendimden geçtiğimden mi bahsedeyim... Özgür (Mehmet Günsür) Deniz'in (Belçim Bilgin) gözlerinin içine bakaraktan ve de gitar tıngırdataraktan Eylül akşamı'nı söylerken erimemden mi bahsedeyim... Hasta olmasına rağmen Deniz'i kucağında taşıyıp ter içinde kalınca "Kahramanlık ölmemiş..." diye iç geçirmelerimden mi bahsedeyim... Altan Erkekli (Özgür'ün babası) nasıl fotoğraf çekildiğini oğlu'na öğretirken içime dolan sebepsiz huzurdan mı bahsedeyim... Film'in sonunda bir de Şebnem Ferah ile cila yaptıklarında artık gözyaşlarıma hakim olmak istemeyişimden mi bahsedeyim... en iyisi hiçbirinden bahsetmeyeyimde gidin o film'i izleyin arkadaş.

Pişman olmayacaksınız.

Goncagül "Olamaz mı? Olabilir..."

6 Şubat 2011 Pazar

Evvela Vurgun Yemek Gerek

Benim âşık olmam lazım. Aşk'a gelmem lazım. Çok sevmeyince olmuyor, yapamıyorum. Satın alamıyorum veya dinlemek istemiyorum. Görmek istemiyorum veya yemek gelmiyor içimden. İlla ki âşık olmalıyım. Vurulmalıyım sahibi olmak için. Bu herhangi birşey olabilir. Kıyafet, şarkı, yiyecek - içecek ya da öylesine bir çorap bile... âşık olmalıyım o'na önce. Dün o eteği gördüm... âşık oldum... hiç düşünmedim... tereddüt etmeden aldım elime. Gidip denemedim bile. İşte hayatımda gelişen her olayın böyle olmasını istiyorum yüzsüzce. Görür görmez âşık olmak istiyorum. "Filmlerde olur o dediğin..." lere inat beklemek istiyorum sabırla. O sabır kısmı herzaman kolay olmasada, öğreniyorum yavaş yavaş tadını çıkara çıkara. Bu öylesine garip bir duygudur ki yaşamayan anlayamaz. Başkalarına göre en basit görünen bir cisime bile uzun uzun gözlerimi ayırmadan bakabilirim eğer âşık olmuşsam. Hani yeni aldığı ayakkabıları yastığının altında saklamak isteyen ama etraf ne der diye düşünüp çekinen ve de vazgeçen sessiz çocukların hissettiği tarifi zor duygu var ya, onun gibi birşey bu. O'nu alıp yastığımın altında ya da cebimde taşımak isteyebiliyorum. Ben ufakken, sabah okula giderken üşümesin diye oyuncak bebeğinin üzerini örtmüş bir insanoğluyum sonuçta. O derece vahim yani durum... Öyle ya da böyle, halimden memnunum. Diğer türlüsü sahte ve anlamsız geliyor. Kendimi değiştiremiyorum bu konuda. Zaten değiştirmekte istemiyorum aslında. Birşeye âşık olmak hoşuma gidiyor. Öylesine görüp okuduğum bir yazıya vurulup, çıkartıp duvarıma asmak ve aylarca onu yine her gördüğümde aynı heyecanla okumak beni mutlu ediyor. Kısa süreliğine değer verip sonra hiçbirşey olmamış gibi buruşturup atmaktansa, harbiden sevip kollamak, değer vermek çok yakışıyor bana. Ben oluyorum. Ben olduğumu hissediyorum. Ben olmak çok iyi geliyor ruhuma...

Bundan yıllar önce, bazılarınızın merak ettiği Bawer arkadaşım bir laf etmişti. Unutmam. Çünkü o lafına vurulmuşum. Böyle mıh gibi çakılmış beynimin birtarafına. Hatırlatıyor kendini arada sırada. "Küçücük olsan ve seni cebimde taşısam..." demişti. Neden ve hangi duygularla söylediğini şıp diye anlamıştım. Benim oyuncak bebeğimin üşümemesi için üzerini örtmem gibi. Sonra yeni aldığım ayakkabılarımın önünü sürekli olarak silmem gibi. Ya da ilk topuklu ayakkabılarımın çıkardığı sese gizlice gülümsemem gibi... hayır, gerçekten manyak değilim. Sadece herşeyin benim olmasını istemiyorun. Lâkin benim olanlara da âşık oluyorum. Yani benim olmaları için onlara âşık olmam gerekiyor.

Velhasıl, bunun adı seçicilik değil. Anne, beni duyuyorsan bu lafım sanadır ve bu lafın nereye gittiğini hangi ring'e takıldığını sen bilirsin. Oradan takip et.
Seçicilik başka türlü düşünen, daha başka hisseden insanın işidir. Benim başıma gelenle uzaktan yakından alakası yoktur. ben böyle doğmuşum. Aşk ile doğmuşum. Kabul bu lafımdan sonra ben de çok 'Mevlâna' gördüm kendimi ama bu böyle. Bir de bu olayın başka bir boyutu da var. Onu da unutmadan eklemek istiyorum. Bazı şeyleri tanıdıkca vurulabiliyorum. Mesela şeklini hiç beğenmediğim bir tencerenin aslında ne kadar çok işe yaradığını ve yıllarca mutfakta içinde yemek pişirildiğini gördükce, onu tanıyıp sevebiliyorum. Tamam, artık ambulansı çağırabilirsiniz.

**

Son iki haftadır affedersiniz eşek gibi çalışıyorum. Oradan oraya koşturuyorum. Âşık olacak, birşey görüp vurulacak sevinecek vakit bulamıyorum. Çünkü bu hızın içinde yetişebilmek için ben zamandan daha hızlı koşuyorum. Haliyle etrafımda olan bitenleri göremiyorum. Yanıbaşımdan akıp giden zamanın farkına varamıyorum. Kendime vakit ayıramıyorum. En kötüsü de, benim hayatta en çok sevdiğim aktivitem olan uykumdan yoksun kalıyorum. Bu da beni mahfediyor... Bana hertürlü işkenceyi, zulümü yapsınlar ama uykusuz bırakmasınlar diye ağlamak istiyorum. Ben artık sekiz saatlik uykuya bile dayanamayan bir insan oldum çıktım sevgili okurcan. En az on saat uyumam lazım benim. En az yedi tane değişik rüya görmem lazım ve uyanınca en az on dakika bir sağa bir de sola dönüp durmam lazım. Bütün bunları yapamayınca kendimi aynen şu anda olduğu gibi bitkin, işe yaramaz ve de uykusuz hissediyorum.

Aktif genç kızlar yerinde durmasın! Banamısın? demedim. Ailemle yemeğe çıktım bu akşam. Babamın 'kurbağa bacağı'ndan ibaret olduğunu zannettiği bir çin lokantasındaydım. Kendisini korkularıyla yüzleştirmeyi kendime bir borç bildim ve dedim ki "burada gönül rahatlığıyla yemek yiyebilirsin; kurbağa bacağı da var ama o öldü, ve sen istemezsen yemek zorunda değilsin."
Loumpia'larımı höpür höpür götürdükten sonra keyif kahvemin siyahına gözlerimi daldırdım. Bi ara köpüğünde o'nu gördüm. Emin olmak için gözlerimi ovuşturduğumda ise çoktan gitmişti. Ben bu gece hiç "herneyse" dedim mi? Herneyse...

Hepinizi çok seviyorum.

Yazımı, yazarken bir arkadaşımın yazdığı bir cümleyle noktalamak istiyorum. Cümleye vuruldum da...

Unuta unuta yazmayı, konuşa konuşa susmayı, konuşarak, susmuşluğun yazdıklarıyla hesaplama durumu yazarın.
C. Unutmuş

Goncagül "Vurgun Prenses"

3 Şubat 2011 Perşembe

Hayatımın Cilvesi

En ağır çekiminden dışarıda ki bütün insanlar kasırgaya tutulmuş, oradan oraya koşuşturuyorlar. Yağmurdan ve de uçuran rüzgârdan nereye saklanacaklarını bilmiyorlar. Aslında acı çekiyorlar, ama çaktırmıyorlar. Ebediyen böyle yaşayacaklarını bilselerde boyun eğiyorlar. Bunu hiç düşünmeden, isteyerekyapıyorlar. Sorgulamadan. Sanki acı çekmek ve kötülük yapmak normal birşeymiş gibi yaşadıkları bu karmaşaya uygun bir biçimde hayatlarını sürdürüyorlar. Sakın ola biri tersinden bahsetsin. Yapma etme, daha güzeli var, mutlu olabilirsin desin... Susturuyorlar. Duymak, görmek istemiyorlar. Nedense onlara göre 'bizim' yaşadığımız o sonsuz mutluluğun adı yalan yahut sadece bir hayalden ibaret oluyor. Bilmiyorlar gerçekten bahsettiğimizi. Anlamak istemiyorlar kurtuluşu anlattığımızda. Dışarıda yaşanan bu duygusuzluğun, kötülüğün ve de sıkıntının tam ortasında, güvenli ve sıcak bir evin içinde sevinçten dört köşe olmaktayım.

Silah sesleri duyuluyor. Birileri vuruluyor. Ölüyorlar. Kimi öldüğünden habersiz ruhlarını savuruyor yeryüzünde. Bazıları acı çektiğini kabullenemiyor. Adını başka birşey koyuyor. Diğerleri kör olmayı tercih ediyor. Birileri sevgiden bahsettiği halde, bütün enerjisini toplayıp ulu orta heryere yaydığını zannetse bile o da biliyor; Hiç bir şey olmuyor. Birtürlü kabul etmek istemedikleri Tanrı'yı hertürlü reddetmek için aslında hiç olmayan, olsa bile sandıkları kadar sağlam ve temiz olmayan dallara tutunuyorlar. Kuruyorlar. Ölüp kırılacaklar. Yere düşecekler. Başkaları ısınsın diye ateşe atılıp yanacaklar.

Dün doğum günümdü. Yeniden doğuşumu kutladım meleklerle. İçim huzurlu. Öyle böyle bir huzur değil ama. Bir mağranın içinde donarkende hissedilebilecek bir huzur bu. Sevinç ve hiç kimsenin hissettiremeyeceği bir mutluluk bu. Kabullenişin ve itirafın verdiği rahatlık. Rahatlığın verdiği gülümseme. Kocaman bir gülümseme.

Hep "Ben kimim ki merhamet bulayım..." derdim. "Ben kimim ki bu istediğim gerçekleşsin?" diye düşünürdüm. Kulağıma fısıldanan bu yalanlara inanıp acı çekerdim. Doğrulmak istediğim zamanlarda içten içe beklediğim bir anonimim vurmasıyla yıkılırdım. Neden vurduğunu bilmediğimden sabah akşam "oysa herkes öldürürmüş sevdiğini... belki de sevdiğinden dövüyordur beni" derdim. Ama yok öyle. Yokmuş öyle. Bu düşüncelerin bende zaten var olan eksikliği çok kötü bir şekilde doldurduğunu anlamam çok uzun sürmedi. Genç ama biraz fazla acılık yaşamış bir kız olarak, eksiklik duygusu yaşıyordum. Yaşıyorum. Belki bu eksiklik duygusunu iyi yönetemediğim ve de kontrol edemediğim için düşüp durdum hep. Belki değil öyle. O eksikliği yanlış şeylerle veya kimselerle doldurma isteği yedi bitirdi beni. Ne yazık ki bu süreç çok uzun sürdü. En kötüsü zaman zaman bunun bilincinde olmama rağmen üç maymunu oynamamdı. Sonra, Tanrı'yı tam olarak tanımamış olmamdan kaynaklanıyor olsa gerek, o eksikliği doldurabilecek kimseyi 'istemek' kalleşce geldi bana. Şimdi ise, eğer öyle olsaydı sadece adem'i yaratırdı diyorum. Ve istiyorum. Amma böyle isterken ve de sabrederken bana ümit aşılayan küçük olaylara inanıp yerlere serildiğim sürece bu bekleme evresinin çok uzun süreceğini düşünüyorum. Bu yüzden artık sallamıyorum...

Affettiğimi söylesem bile esasında affedemediğim kim ve ne varsa hepsini tek tek affettim. En başta kendimi. Merhamet ettiğinde yaptığımız hatayı birdaha hatırlamamak üzere denizin dibine atan Tanrı'ya haksızlık olmaz mı ben kendi kendimi affetmemeye devam edersem? O'nun bile unutup bana tertemiz bir sayfa açtığı bir olayı sürdürüp kendimi harap etmem doğru mu? Olduysa oldu... Yaşandıysa yaşandı. Kırdıysam kırdım. Öldürdüysem öldürdüm. Pişman oldum. Eşek gibi ağladım. İnan ki yeterince acı çektim. Şimdi ayağa kalkıp bu nefret dolu gönüllerden sıyrılma zamanı. Vakit geldi çattı. Doğrulmak gerek. İlerlemek gerek. Şu tuttuğum yolun gerçekliğini iyice anlayıp bu uğurda kolları sıvamak gerek.

Goncagül "Kayıp Kaburga"