Adımlarıma Işık

17 Mart 2011 Perşembe

Dede ben gelmeden ölme!

Yavaş yavaş gözlerime inanmaya başlıyorum. Hani, batıl inançlarım yoktur... inanmam da zaten. Fakat şu göz atma olayı bende fazlasıyla doğru çıkıyor. Ben inanmıyorum, ama o kendine inandırıyor. Sağ gözüm uzun süre atınca iyi haberler, sol gözüm atınca da mutlaka bir kötü haber alıyorum. Kendimi buna şartlandırmıyorum, böyle gelişiyor sadece.

**

Geçen haftasonundan beri solu gözüm hiç durmadan atıyordu. Üzerinde durmadım tabii. Çok geçmedi, İbrahim Tatlıses başından vuruldu, gözümün atması durdu.

**

Bugün herşeyin yolunda olmasına rağmen içimde bir huzursuzluk vardı sabahtan beri. Havadandır dedim, yine üstünde durmadım. Çünkü havamız pazartesi ve salının aksine gayet kötü bugün. Soğuk ve yağmurlu. En çokta hüzünlü.
Babam aldı beni akşam dışarıdan. Ben herzamanki gibi önüne fırlayıp ağzımı kocaman açarak gülümsedim. Arabanın kapısını açtım, oturdum. Şakalaşmadı benimle. Yüzüme de bakmadı. Ben baktım o bakmayınca. Şişmiş, kırmızı olmuş birde gözleri. Zor duyabileceğim şekilde "Deden kalp krizi geçirmiş, hastanedeymiş..." dedi. O an dondum. O an saat 18:15 falan idi. Normal bir tepki veremedim. Nasıl olduğunu, neden olduğunu, iyileşip iyileşmeyeceğini sormadım. Eve gelene kadar aklımda bin kere "Dede ben gelmeden ölme!" diye bağırdığımı biliyorum sadece. Konuşmadık babamla. Arabada sessizlik hakimdi. Artık eskisi gibi duygularını saklayamıyor babam. Ağlamış belli. Ağlayacak belli...

Siz benim dedemi bilmezsiniz. Hayatımda tanıdığım en pamuk insan o. Rengi beyaz, ruhu yumuşak, sesi de öyle. Gözleri yeşil benim dedemin, ferinin gitmiş olmasını saymazsak. Boyu upuzun, dalyan gibi. Dedemi tanımazsınız, şiveli konuşur ama çok kibardır. Dedem öpünce, yanağımı silerdim küçükken. Öyle içine çekerdi sevgisinden. Şimdi öpse silmem. Dedem nasıl güzel güler onu da bilmezsiniz. En okkalı küfürü eder en isabetli sözü o söyler. Benim dedem, hanımı başlamadan içmezdi çorbasını, beklerdi. Son zamanlarda yükü ağırdı dedemin. Üç sene önce kaybettiği hayat arkadaşının ardından hasret ve yalnızlık binmişti sırtına. Hep gitmek istediğini söylüyordu onun yanına. Kulakları da duymuyor dedemin çok uzun zamandır. Sesimizi duyurabilmek için biraz bağırıyorduk bazen. Dedem İstanbul'dan geldiğinde beni parka götürür bisiklet sürdürürdü. Ekmek deyince, hâlâ dedem gelir benim aklıma, o hep İstanbul'da olsa da. Nedenini bilmiyorum. Belki, şapkasını-ceketini takıp, eline tesbihini alıp, elleri arkasında ağır ağır dolaşmaya çıktığında o'nu pencereden izlediğim içindir. Geri döndüğünde kollarında ekmeklerle geri geldiğini gördüğüm içindir. Zihnime böyle yerleşmiş işte.

Eve gelince öğrendim, annem söyledi. Bilinci gitmiş bile dedemin. Sabah'a çıkar mı, bilinmezmiş. Donan yüreğim, dolan genzim, duran beynim alakasız eylemlere yöneldi önce. Ne var ne yok yemek istedim. Sanki ben çok iyiymişim gibi, ardıardına sigara içen babamı teselli etmek istedim. Böyle zamanlar sözün bittiği zamanlardır oysa, bilirim. Sustuk zaten uzunca. Biraz önce gitti babam. Dolaşacakmış dışarıda. Ben biliyorum. Ağlayacak tek başına. Odama attım ben de kendimi. Boşalttım içimi. Boşalmıyor ama...

İki hafta kalmıştı be dede. Bir kere daha görseydim. Hiç sarılmadığım gibi sarılsaydım. Sen duymasan da fısıldasaydım seni ne kadar çok sevdiğimi. Sen bilmesen de gösterebilseydim ne kadar değerli olduğunu hayatımda. Bana birsürü anlam kattığını anlatsaydım sana. İstanbul sendin dede. Şimdi sen de gidersen ne kalacak o evden geriye?

2009 ağustos ayı Belçika'ya geri döneceğimiz gün taksi'ye bindirdi bizi dedem. Halsizdi. Zaten  neredeyse hiç dışarı çıkmıyordu. Çok yaşlıydı, güçsüzdü. Heybeti de gitmişti. Şapkası vardı yine başında. Ağlıyordu, saklamıyordu. Dedemden ayrılmak hep koymuştu bana ama, bu sefer ki başkaydı hissediyordum. Bizim araba uzaklaşana kadar baktı ardımızdan, benim de o'na baktığımdan habersizdi. Vedamı etmiştim bile içimden. İki hafta kalmıştı ama...

Birtürlü olamayan damadını oldurup sokacaktım ben o eve. "Al dede buldum eşşoğlueşşeğin tekini" diyecektim kulağına. Yayamda aynısını yaptı bana. Son an da attı golünü. Yıktı hayallerimi. Ben tam arayıp sesini duyacakken gitti. Sen de öyle yaptın. İki hafta dayanamadın dede.

Dedemi hep ardımızdan bizi izlerken öylece bırakmak zorunda kaldım ve bu hep canımı acıtmıştı. Şimdi ben o'nu yolcu edemiyorum. Görevimi meleklere veriyorum.

Hoşcakal dedecim.

12 Mart 2011 Cumartesi

İçimde ki çocuğa bir şans daha

Hatırlıyorum. Çok uzun zaman geçmiş olmasına rağmen, herşey daha dünmüş gibi. Okul çantamın benden daha büyük olduğu dönemlerdi. İçine ne dolduruyordum da belime sancılar girecek kadar ağrıyordu bilmiyorum. Her an sırt üstü düşecekmişim gibi caddelerde eve kadar yürüyebilmek için bir sağ bir sol dengemi sağlamaya çalışıyordum. Eve gidene kadar ayakkabılarıma bakardım. Evimde beni nelerin beklediği sorusu olurdu hep beynimde. İçimde ki tuhaf sevincin adı ise Çılgın Bediş ya da Şirinler olurdu. Şirinleri ağabeyim kadar sevmemiş olsam da, ondan önce yayınlanan Candy'yi sabırsızlık ile beklediğim günlerdi. Garip bir dünya yaratmıştım kendime ve hergün aynı şeyler yaşanıyor olsa bile benim her güne ayrı bir renk hediye ettiğim bir dönemdi. Pazartesi kahverengi, Salı kırmızı, Çarşamba sarı, Perşembe yeşil, Cuma mavi, Cumartesi gri, Pazar siyah. Bu renklere o kadar kaptırmışım ki kendimi ve de öylesine yerleşmiş ki bu bilinçaltıma, hâlâ günleri bu renkleriyle birlikte düşünüyorum. Biri salı dediğinde kafamda kırmızı flaşlar patlıyor. Cuma dediğinde mavi...

Çok konuşmazdım ben şimdinin aksine. Sessizdim. Odamın kapısını kapattığımda artık hiçbir kötülüğün bana ulaşamayacağını bilirdim. Elimde ki deodorant şişesi benim mikrofonumdu. Karşımda hayranlarım, ben yüksek bir sahnedeyim ve arkamda deli gibi yanıp sönen ışıklar var. Oldum olası müziksiz yapamadım, radyo'da sevdiğim bir şarkıcının en sevdiğim kaseti olurdu hep. Genelde playback yapardım. Nedense düşlerimde daima, sevilirdim. Değer verip en çok hayalini kurduğum şey sevilmek olurdu. Arada sırada annem beni o halde yakalardı sanki, çok iyi hatırlamıyorum. Utanmazdım bu durumdan. Hayalimi deldiği için kızardım sadece. Terleyene kadar şarkılar söylerdim. Karanlık çökerdi.

Şimdi ağlayan bir çocuk görüyorum.

Tarhana çorbasına sevinç çığlıkları atan, deodorant şişesini kendine mikrofon yapan, hayali öğrencilerine ders veren ve her okul çıkışı haberlerden önce Şirinler izleyen küçük bir çocuğun arkamdan ağladığını duyuyorum. Deniz Arman sayesinde Ana Haber Bülten'lerini kaçırmayan bir kız görüyorum.

Hayallerini yıktığımı söylüyor. Birzamanlar, büyüse bile kimsenin o hayalleri delmesine izin vermeyeceğine dair söz verdiğimi hatırlatıyor. Sözümde durmadığım için arkasını dönüyor... Gidiyor. 

Yazmasını bilmediğim günlerimi hatırlıyorum. Henüz alfabenin 'O'sundan bile birhaber olduğum zamanları, nasıl oluyor ben de bilmiyorum ama, hatırlıyorum işte. Yine de elime kalem kağıt alıp yazıyormuş gibi yapardım. Birilerine sorular sorar, cevaplarını yazıyormuş gibi yapardım. Şimdi anlıyorum, kanımda varmış diyorum.

Küçük çocuk susmuyor. "Seni mahvetmeye çalıştılar. Düşüncelerini yıkmaya çalıştılar. O daima omuzunda olmasını istediğin büyük ve sıcak eli senden esirgedikleri günlerde bile kendi renkli dünyanda mutlu olmayı başarmıştın!" deyip beni azarlıyor. Boyuna bakmadan daha güçlü olduğundan ve beni tanımadığından, tanımak istemediğinden sözediyor.

Aynanın karşısına geçip, iki işaret parmağımla ağzımı yırtarcasına açıp, ne kadar büyük gülebilirim diye test ederdim kendimi. Zaten ota boka gülen biriydim.

Kız ara veriyor, susuyor. Gülmediğini farkediyorum. Yüzünde ki gülücük yok olmuş. Oysa onunla doğduğunu söylemişti herkes... şimdi parmaklarıyla ağzını yırtsa da, gönül ikna olmuyor gözler gülemedikten sonra.

Olumlu düşünürdü kız. Yanında kimse yoksa o giderdi. Çılgın Bediş gibi kendine bir Oktay yaratırdı. Yarattığı Oktay'ın yüzünü hayal edemedi hiç. İstemiyordu da. Yüz eklediği, renk yerleştirdği, şifrelendirdiği ne varsa hep onun ardınca giden bir ruhu olduğunu bilirdi çünkü. Çizerdi alabildiğine. Hiç varolmayan şekiller yaratırdı wasco'ları ile.

Kız karşımda ağlıyor. Zeyna gibi güçlü olacağımı söylemişim. Bediş gibi çılgınlığımı koruyup gerçekleşmeyecek olsalar bile hayal dünyamı yıkmayacağımı söylemişim. Sırt çantalarım boşalsa bile yüreğimi hep umut ile dolduracağımı söylemişim. Her geçen gün yeni birşeyler öğrenip büyüyeceğime söz vermişim. Büyümenin beni değiştirmeyeceğine, bu yalnızlıktan yılmayacağıma söz vermişim. Tek başıma olsam bile birilerinin beni eğlendirmesinden çok, ben, eğlendireceğime söz vermişim.
Gördüklerime inanmadığım, daha çok göremediklerime inandığım bir çocukluk yaşadım. Gördüklerim kalbime bir çizik attıkca bir perde indirdiğim bir çocukluk. Gözlerim açık olsalarda, herkesin göremeyeceği güzellikleri görebildiğim bir çocukluk yaşadım.

Elleriyle kapattı gözlerini kız. Açarsa gördükleri karşısında yılgınlığa uğramaktan korkuyordu besbelli. Yılgınlık, o'nun yıllar önce yaşamış olması gerekirken bunu ısrarla reddettiği ve üstesinden gelebildiği bir durumdu. Şimdi ellerini gözlerinden çekerek, kendinden çokca büyük ve de zeki olduğunu söyleyen BEN tarafından yılgınlığa mı düşecekti?

Annemin aldığı oyuncak tabak çanakları bir leğenin içine sokar, annem esas bulaşıklarını yıkarken ben de yanında o'na bakarak kendi bulaşıklarımı yıkardım. O mutfağın birtek küçük penceresini hatırlıyorum. (6 kere taşındık ta biz) Beyaz, üzerinde pembe mor küçük çiçekleri olan bir perdeydi.

Uzun boyluydu annem ozamanlar. Sırtında onun bile göremediği büyük bir çantası vardı. Biraz kambur duruyordu bu yüzden... Dengesini kaybettiğinde bir ucundan ağabeyim, bir ucundan ben tutar yukarı iterdik. Galiba biraz olsun rahatlardı. Yemek ve krem kokardı elleri. Gülümseyen yüzünün altında değişik bir hüzün gizliydi. Biz sormazdık, bilirdik zaten.

Ben çocuk değildim.

Ağabeyim çocuk değildi.

Biz çocuk değildik.

Hiç olmadık...

Küçük kız karşımda kızmaya devam ediyor. "Seni rahatlık mı bozdu?" diye soruyor. Cevap veremiyorum. "Paspas mı oldun sen?" diye soruyor. "Hayır, sevdim sadece" diyorum. "Gülen yüzünü kim çaldı?" diye soruyor. "Çalınmadı, duruyor işte" diyorum. "Yalancı mı oldun sen..." diyor. "Hayır" diyorum, bir yalan daha söyleyerek...

O an anlıyorum büyürken nelerden vazgeçtiğimi. Verdiğim sözleri tutamadığımı. Büyümek için tırmanırken kanattığım tırnaklarımı. Peşimde sürüklediğim çocukluk hayallerimi yarı yolda bıraktığımı. Ağlamayı güleçliğe tercih ettiğimi.

"Dur gitme" diyorum. Tutuyorum kolundan, "Geri dön" diyorum. Öylesine içten ve öylesine olgun ki küçük kız, bir şans daha veriyor bana.

Sarılıyor... Giriyor içime, yeni umutlar ekiyor. Sırtımı sıvazlıyor. "Olsun" diyor.

"Olsun"

Goncagül "Çocuk"

3 Mart 2011 Perşembe

Yeni bir hayatın eski bir hayat'a vedası...

Ayaklarım sızlıyor, sırtımda bir ağrı, ellerimde buz kesmiş... ama huzurluyum. Evimde olmanın huzuru, iç huzur, esenlik... güzel olan ne varsa bende var. Ufak tefek krizlerim, sinirlenmelerim, düşüş olarak adlandırabileceğim olaylarım olsa bile mutluluğum hepsinin üzerini örtüyor. İnsan kendinde birşeylerin değiştiğini hissedebiliyormuş isteyince. Biraz zorlayınca, çalışıp çabalayınca emeğinin karşılığını alabiliyormuş. İnanmaya devam edince, iman edince, sevince bambaşka oluyormuş insan. Arada ki sınırları kaldırmayı başardıkca daha da yakınlaşıyormuş hiçbir zaman ulaşamayacağını düşündüğü mutluluklara. Hayatım üç kelime, o da şöyle; iman, farkındalık ve sabır.

Ömrümce hiç bir iyi bir de kötü haber almamıştım. İkisini de sadece beş dakika içerisinde doruklarına kadar yaşamamıştım. İki gün önce ajansta annemin attığı mesaj ile sevinç gözyaşlarına boğuldum. Elimde ne var ne yok masamın üzerine bıraktım ve sadece mesajda yazanları okumaya çalıştım. Gözyaşlarım bulanık bir görüntü oluşmasına yol açsa da, asıl zorlandığım bu değildi. O güzelim kelimeleri yanyana görmeye hazır olmayan duygularımdı. Şaşkınlıktan yazan o birkaç kelimeyi defalarca okuyup kendimi inandırmaya çalıştım. "Goncagülüm Anuş hamile büyük hala oluyorum ya çok heyecanlandım. Kendi torunum olsa ne olacak? :-)" yazıyordu. Kuzenim baba olmuş. Minik kuzenim baba olmuş. Biricik kuzenim baba olmuş. Hâlâ götü boklu hallerini hatırladığım kuzenim, baba olmuş. Henüz evlilik tebrikleri bitmemişken kendisi baba olmuş. İçimde saliseler boyunca bunları tekrarlayıp kendimi inandırmaya çalışırken bir yandan da ağabeyime ve Maral'ıma müjdeli haberi vermeye çalışıyordum titreyen parmaklarımla. Hoş, onların benden önce haberi olmuş zaten. Babalığını öğrenir öğrenmez kim var kim yok bir bir arayıp, büyük bir gurur ve neşe içerisinde mutluluğunu paylaşmış bizim kuzen...

Ve derken...

Ajansın kapısı açıldı. İçeri bir kaç gün önce biletlerini benden almaya gelen 61 yaşında ki adam girdi. Önce normal görünüyordu herşey. Merhabalaştıktan sonra nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. İçerisi güneş ışığı ile parlıyordu. Öte yandan kulaklarımda kuzenimin daha önce hiç duymadığım 'mutlu sesi' çınlıyordu. Beynimin diğer loblarında hala olacağım, bebeğin kız mı erkek mi olacağı ve nasıl görüneceği çınlıyordu. "Umarım... umarım yardımcı olabilirsiniz" dedi kısık ve çaresiz bir sesle. Karşıma oturdu. Birden başını iki elinin arasına alıp dövünmeye ve ağlamaya başladı. O an, yanında karısının olmadığını farkettim. Başını sonunu önemsemeden ortadan girdi anlatmak istediği konuya. "Dün parkta geziyorduk. Bavulları hazırlamıştık bile... Uzun zaman sonra tatile gidecegimiz için seviniyorduk. Sonra birden yere yığılıverdi. Ah benim güzel karım, bu dünyada yaşamak için fazla iyiydi!" diyordu. Ağlıyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım, olanları anlamaya çalışıyordum. Bir yandan sevinirken bir yandanda adamın haline yıkılmıştım. Kadın beyin kanaması geçirmiş, hastenedeymiş. Tatillerini iptal etmek zorundalarmış. Kadın kör olabilirmiş. Öyle olsa yine iyiymiş. Her an ölebilirmiş. Veya aylarca bu şekilde kalabilirmiş. Size adamın bunları nasıl anlattığını, nasıl göründüğünü ve nasıl acı çektiğini anlatamam. Benim o adam karşısında ne kadar zorlandığımı ve nasıl kitlendiğimi de anlatamam. İlk defa dut yemiş bülbül'e döndüğüm için kendime olan öfkemi size anlatamam. Bir adamın, yıllar sonra bile karısını nasıl da çok sevdiğini anlatamam. Bazı şeyler gerçekten anatılamıyormuş. Hastalıklar, kayıplar, gerçektende uzaktan göründüğü gibi değilmiş. Biri doğarken, diğeri ölebilirmiş....

Fakat yine de keyfimin bozulmasına izin vermeyen sevgi ve merhamet dolu bir Babam var. Herşeyin en iyisini bilen, sevmeyi bizden çok çok daha iyi bilen bir Yaratıcımız var. O halde endişelenmeye ve huzursuzlanmaya gerek yok.

Aklımda böcekler yok sanmayın. Var. Hâlâ var. Eziyorum sadece. Kalbim cızladığında kapılarını açıp havalandırıyorum sadece. Yüreğimi ele geçiren ve beni mazi'ye gönderen melodiler duyunca kulaklarımı tıkıyorum sadece. Tıkayamadığım zaman, içimde beslediğim ümidi konuşturuyorum sadece. Korkaklar gibi çaresizliği kucağıma alıp sevmeye başlamıyorum. Olduğum yerde kalıp, sırf o acıyı çekmek için sessizleşmiyorum. Keşke bunları önceden farketseydim diyorum bazen. Ama, geç olsun güç olmasın değil mi kardeş? :-)

Hepinizi seviyorum.


Goncagül "Kuğu"