Adımlarıma Işık

24 Mayıs 2011 Salı

Türkan Şoray - Hayatımın Kadını

Türkan Şoray by nibinglamiels




Kendi küçük dünyamın içinde nasıl 'Kadın' olunur diye düşünürken çıktı karşıma evvela. Aslında bu soruyu sormama fırsat vermeden öğretiyordu birşeyleri.

Gözümü açar açmaz onu gördüm diyebilirim. Hayatımda hiç bir kadına hayranlık duymadım ona duyduğum kadar. Bir kadın herşey olabiliyorsa, bunun en güzel örneği Türkan Şoray'dır.
Bir kadın acılı bir anne ise; Türkan'dır. Şımarık bir genç kız ise; Türkan'dır. Fakir ama gururlu bir kız ise; Türkan'dır. Dul, güzel, güçlü ve deli gibi âşık bir kadın ise; Türkan'dır.

Küçük bir kızken, Türkan Şoray gibi bakmak, onun gibi ağlamak, onun gibi gülmek ve hatta onun gibi dans edebilmek için az durmadım aynanın karşısında. En çokta onun gibi dans edenini görmedim, göremedim desem abartmış olmam sanırım. Bir insan fosforlu iken seksi olabilmeyi nasıl başarır? O nasıl bir yüz ifadesidir? Nasıl bir bakıştır? Nasıl bir bel kıvırmadır aman Allahım...

Geçen ay Türkan Şoray baskılı çanta bulabilmek için İstanbul'da Alper'i o pasajdan bu pasaja sürükledim durdum. Sonuç tabii ki hüsran. Hayatımda aramadığım herşey elimin altında, aradığımdaysa toz olup uçmakta.

Biraz önce, kaçıncı baskıdır bilmem, Sultan filmine rastladım. Bütün filmlerinin her karesini neredeyse ezbere bilirim. Yinede bıkmadan usanmadan zevkle izlerim. Hepsinin ayrı ayrı anısı, güzelliği olsa da bende, Sultan'ın yeri farklıdır. Sultan okadar gerçek ki... O çamur  ve o havada uçuşan gelinlik sahnesi hayatımda gördüğüm en duygusal sahnelerdendir benim için. Öyle işte. İnsan birkere hayranlık duymaya görsün. Birkere kendinden parçalar görmeye görsün bir başkasında. Bir başkasının bakışlarında kendi ruhunu görmeye görsün. Bazen hiç konuşmamak, yazmamak isterim. O anlarda Türkan Şoray benim yerime baksa, konuşmuş kadar olsam.

Saçmalık değil yahu... Hayranlık.

Goncagül "Hayran"

Not: Letheendia'ya alışamadım. Blog'un isminin değişmesi bu yüzden.

20 Mayıs 2011 Cuma

Kargaların Kargaşası Ve İlk Sigaram

Ne yapacağımı bilmiyordum. Tamam, bu ilk kez yaşadığım bir his değildi elbette. Genelde ne yapacağını bilmeyen bir insanımdır zaten. Böyle birisi oldum hep. Ne yapacağını bilemeyen yani. Kolay kolay önüne konan seçenekleri değerlendiremeyen, emin olduğu konularda bile aptal gibi kararsız kalıp tereddüt etmeye başlayan ve sonunda korkudan altına pipisu* olan biriyim affedersiniz. Yanlış seçimlerim, galiba emin olduğum konularda bile dört elle ( neden dört elle olsun sadece iki elimiz var?) sarılamamdan kaynaklanıyor. Yani düşün düşün biryere varamıyorum ve sonunda bomboş bir şekilde koyuveriyorum.

Sadede geleyim.

Yaşadığım en berbat günlerden birtanesiydi. Sanırım çok berbattı. Hava pisti, yağmur yağıyordu. Biryerlerden kaçmıştım, ama şuan nereden kaçtığımı hatırlamıyorum. Tabii maksat tamamen kendimden kaçmaktı. Sonuç: Başarısız. Saçlarımı karışık şekilde bağlamıştım. Altımda gri bir eşofman, üzerimde salaş bi tişört ve siyah deri ceketim vardı. Anlayacağınız ayvayı yemiş durumdaydım ve gayet kayıktım. Yürüyordum yürüyebildiğim kadar. Sağa gitsem olmuyor, sola gitsem olmuyor. Doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor. Hadise büyük. İçim buruk. Kalbim kırık. Hayallerim yıkık. Aklım karışık. Ellerim kirli. Başım dumanlı.

Derken aklıma bir çözüm gelmişti.

Sigara içmek!

Madem dünyada bütün sigara içenlerin dert ortağı* bu meret, mutlaka benim de dermanım olacaktı. İçimdeki yangını söndürebilecekti. Belki de şu çaresizliğime bir son verip bir çözüm bulurdu? Ellerimin kiri temizlenirdi? Huzur bulurdu yüreğim? Ne bileyim, içime çektiğim dumandan yeni bir ben olurdum. Yeniden doğardım. Üflerken içimdeki pislikleri de kapıdışarı ederdim kimbilir.

Ama hani ağzıma hiç sigara sürmeyecek, denemeyecektim bile?! 

Öylesine bitkin, öylesine telaşsız ve öylesine umursamaz olmuştum ki, konuştuğum o büyük laf zerre-i miskal kadar umurumda değildi. Umutsuzluğun doruklarında, terkedilmiş, zamanında terketmiş, yapayalnız, miskin ve bir o kadar tembel ruh halim yeni alacağım çakmağın rengini bile önceden belirlemişti beynimde.

O an sanki etrafımda dolaşan bütün insanların beni tanıdığı hissine kapılmıştım. Herkes beni ayıplayacak, elimdeki sigarayı gördüklerinde iyice aşağılayacaklardı. Ya ilk defa içtiğimi anlarlarsa? Ya çektiğim ilk fırtta cümle âlemin içinde öksürük krizine girersem? Ya sigarayı tutuşumdan başka başka mânâlar çıkarılırsa? ulan saçımda kızıl...

Def ettim bana bir yararı olmayan bu soruları kafamdan. Kendimi beni kimsenin tanımadığına, şu an kendi semtimden kilometrelerce uzakta olduğuma, ilk defa içtiğimi anlasalar bile muhtemelen bu insanların yüzünü birdaha hiç görmeyeceğime, saçlarımın yağmur karışımı yağlı olduğu için kızılının pekte belli olmadığına, zaten bu altımdaki eşofmanla bir boka benzemediğime, gayet sokak serserisi sanılacağıma ve de dikkat edilmeyeceğime, ilk fırtımda öksürsem bile ikinci fırtta en az amcam kadar iyi sigara içebileceğime kendimi inandırdım.

Kulağımda Sagopa Kajmer'den Kargaların Kargaşası rapleniyor.

Kırmızı L&M ve ilk sgara için iddialı bir seçim.

İlk fırtı çektim. Öksürmedim. Harbi harbi ciğerlerime çektim. İlkin hissettiğim sadece mide bulantısı oldu. Birdaha çektim. Sonra birdaha. Birdaha... birdaha. Hâlâ dertli olduğum yetmiyormuş gibi, elimdeki sigara bana daha melankolik bir hava kattı sanki? Karşı kaldırımdaki genç bana bakıyor. Yok bakmıyor. Evet evet sanırım bakıyor. Acemi olduğumu mu anladı? ozaman arada sigaramın ucundaki küle bakmalıyım. Alışık insanlar bunu yaparlar öyle değil mi? Bir daha çek... ve bir daha... Hayır, iyi olmuyorum. Midem şiddetle bulanıyor. Her çekişte biraz daha bulanıyor. benim bu merete bağlanmam gerekmiyor muydu? Sevmem, alışmam, bana dost olması gerekmiyor muydu?!

Kargalar çığlıkları basıyor kulağımda...

Anlamlandırmaya çalışıyorum olanları. Bu sigarayı içen ben miyim?

Elimdeki sigara bitmeden ayağımın altında ezdim. Bunu bile beceremedim. Sigaradan bile dost olmaz bana. paketi çantamdan çıkardım. Yepyeni paketi çöpe attım.

Artık yığınla insan beni biliyor ben onları bilmiyorum...

Her şarkının bir hatırası vardır.

Ben ilk ve son sigaramı Sago eşliğinde bu şarkıda içip bitirdim.

Yıl 2009, Goncagül sigaradan bile anlamıyor.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Geç Kalınmış Bahar Yazısı

Mis gibi toprak ve çiçek kokusu. Rengarenk sokaklar. Cıvıl cıvıl kuşlar. Neşe saçan çocuklar. Kıyıda köşede utanmadan sıkılmadan öpüşen çiftler. Bağrışan, şakalaşan gençler. Daha rahat yürüyen ihtiyarlar. Gelmiş bahar.

Peki ben bunun neresindeyim?

Ne de geç farkettim bu yıl bahar'ı.

Ev koşuşturmaları, iş değiştirmeler, yalnızlıklar, kalabalıklar, suskunluklar vesaire derken bir baktım yüzüme akşam güneşi vurmuş ve odama fevkalâde müge kokuları dolmuş.

Aynaya bile bakmaya vakit bulamıyorum şu sıralar. Yapmaktan usanmadığım ve ertleyemediğim tek şey kitap okumak galiba. Biraz da umursamazım son günlerde. Yoğunluğun içinde yuvarlandım, top oldum, biri şutlasa da uzak çooook uzak diyarlara gidiversem diye düşünüyorum. Oturduğum yerde derin derin hayallere dalıyorum. En çok ta İstanbul'u özlüyorum.

Yine saçlarımdan bıktığım kendimde değişiklikler yapmak istediğim bir döneme girdğime göre harbiden sıkılmış olmalıyım. İşe bak, ne istediğimi bile bilmiyorum. Emin olmak için kendi kendimi oturup dinlemeye ihtiyacım var. Ayrıca kaşınıyorum yine gazamız mubarek olsun. Kızarmalara bozarmalara başladım. Yok yok, bence bahar ile ilgisi yok. Tamamen ruhsal yani. Sorun tamamen beynimin içinde.

Bir albüm hazırladım kendime. Fotoğraflarımı koydum içine. İnternet revaçta oldu olalı kaç kişi fotoğraf albümü hazırlıyor çok merak ediyorum. Ne kadar değerli ve özeldir fotoğraf albümleri oysa. Düşünüyorum da; hani güzel sultanım Elmas yayam ve canımın içi Talin tatam (yengem, dayımın hanımı) olmasaydı yıllarca her fırsat bulduğumda kucağıma alıp teek tek inceleyebileceğim bir geçmişim olamazdı. Hiç bıkmazdım. Kendimi bildim bileli aynı albümleri defalarca inceliyorum. Aynı fotoğraflarda takılıp kalıyorum. Aynı anıları anımsıyor, doluyorum. Çok nostaljik bir yapım vardır zaten. Severim eskinin insanını da şarkılarını da... herşeyini aslında.

Velhasıl yüreğim ahanda bu yazım kadar karışık sevgili okurcanlar.

Kasıklarımda ağrıyor zaten.

Bahar geldi...

Şimdi sizi cıvıldamanız, şakımanız ve de sevinmeniz için yalnız bırakıyorum.

Goncagül "Baharı bekleyen kumrular gibi"

15 Mayıs 2011 Pazar

İşte o sırada göründü tilki

Rüyamda Küçük Prens'i gördüm.

Tanıdığım o  iyimserlik yoktu içinde.

İyi öğütler vermiyordu karamsardı bir de...

Kelimeler yerlerini değiştirmiş; cümleler acımasız...

Rüyamda Küçük Prens'i gördüm.

Küçüktü ama prens değildi...

Okurken mutlu olmuyordum...

Aksine ağlıyordum...

Rüyamda Küçük Prens'i gördüm.

Okuyup anladıklarım canımı acıtıyordu...

Bu defa güçlü olmam için değil, acımasız olmam için eğitiyordu...

Sarı saçları gitmiş, yerine simsiyah saçlar gelmiş sanki...

Ümit aşılayan gözleri buz gibi bakıyor... delip geçiyor bedenimi...ardımca devam ediyor... delecek başka birilerini...

Rüyamda Küçük Prens'i gördüm.

Ağır ağır içimden çıkıp beni terk edeceğini söylüyordu...

Son kez dokunup ellerime, kayan bir yıldız gibi gökyüzünde sönüyordu...

Bir anlamı olmalıydı bu değişimin ve de gidişin...

Rüzgâr neden farklı esiyordu? Prens neden alçalmıştı? Neden hayatın anlamı değişmişti?

Oysa kalpler ne güzeldi... ne güzeldi sevmek!

Bir kar tanesi gibi bembeyaz...

Rüyamda Küçük Prens'i gördüm.

O artık hangi yaşta olursa olsun, bir kızın saf ve duygulu yüreğinden anlamıyordu...

Kayan bir yıldız gibi gökyüzünde sönmüştü!

Küçük Prens'i gördüm rüyamda.

O, ölmüştü.

Goncagül "Prens'es"

6 Mayıs 2011 Cuma

Boşver

Yorgunluğum avuçlarımdan ve ayaklarımdan ateş olarak bedenimden dışarı kaçmakta. Gözlerim ve beynim yaşadığım stresin üstesinden gelmeye çalışıyor. Şuan keşke karnım doğru düzgün birşey yemediğim için bu kadar şişmiş olmasaydı. Üzerimde şu elbise yerine daha rahat bir giyisi olsaydı. Ayaklarımı uzatıp püfür püfür esen yelin önünde uyuya kalma gibi bir şansım olsaydı. Hatta durun, biraz daha abartalım ve benim yattığım yerin hamak olduğunu hayal edelim. Bu nasıl olsa bedava. Hiç ilgisi olmadığı halde saçıma taktığım tokaların beynimi deldiğini hissediyorum. Üstümde başımda, elimde avucumda, beynimde ve kalbimde her ne varsa en azından bir saatliğine kapı dışarı kovmak istiyorum. Batan güneşin tam karşısında gözlerim uyuşana kadar öylece kalakalmak istiyorum. Ne birilerini dinleyesim var ne anlatasım. Ne değer veresim var ne de değer göresim. Öylece kalmak sadece ve sade'ce. Mümkün mü bu, değil elbette. Birer asker olarak programlandığımız şu çarkın içinde dön dönebildiğin kadar. Ne gerile ne de ilerle. Dön yalnızca. Ama sahiden yalnızca. Neyse, hem konuş konuş nereye kadar? Bu sefer daha bir celalleniyor insan. Anlaşılamıyorum. Duyuramıyorum. Anlatamıyorum diye diye çıldırıyorsun vesselam. Yorgunsun işte. Yorgunum işte. Beklemekten de, dinlemekten de, gitmekten de...

Yan komşu piyanosunun tuşlarına basıyor. Ne güzel ses çıkıyor. Sanki buraya ait değil bu melodiler. Geçen gece rüya ve gerçeklik arasında gidip geldiğim o ince çizgide duyduğum güzellikler gibi. Gerçek, ama değil. Güzel, ama ulaşılmaz. Bizden, ama yabancı...

Şaşırmışın hali bir başka oluyor. En ummadığın gözlerden yalancılık, en beklemediğin ellerden dolandırıcılık, en "hadi canım.." çektiğin yüreklerden riyakarlık görüyorsun. Mevzu hep aynı. Yukarıda dediğim gibi. Ne ileri ne geri. Dön dur deli gibi. Ama hayat bu işte. Ve ne çok söylüyorum bunu son zamanlarda peşpeşe.

Yeğenim erkekmiş. Fötüs olma aşamasında, belki de oldu bilmiyorum. Neye benzeyeceği, nasıl birisi olacağı meçhul. Biçare sığındık Yaradana ondan umuyoruz medeti. İmdi hep iyi şeyler düşünüyor iyi şeyler olacağına emin oluyoruz. İmdi... vay anasını sayın seyirciler. Bu kelimeyi kullanacağım gün gelmiş bile.  Ne bileyim. Hayat işte...

-Düşünemesem de, bitkisel hayatta olsam da beni yine sever misin?
-Iııı, evet, tabii ki.
-Peki, sonsuza dek?
-Evet, sonsuza dek, hayatım.
John C.Parkin - S*ktir Et kitabından

Goncagül "Evveliyetci"

1 Mayıs 2011 Pazar

Yarın Çok Geç

"Hayat işte" derken ne kadar çok sitem, ne kadar çok farkındalık, ne kadar çok tecrübe ve ne kadar çok pişmanlık barındırıyoruz içinde. Sadece "Hayat işte" derken bile hikâyeler anlatıyoruz; belki biraz olsun soğur diye, içimizde ateş gibi yanan dertlerimize derman arıyoruz. Hayat'a hepimiz farklı pencerelerden bakıyor olsak bile, hep aynı yerde takılıp kalıyoruz. Hep aynı duyguları paylaşıyoruz. Biz insanlar, bu kadar çok ortak yönümüz varken bunu dile getirmeyi bile zayıflık zannediyoruz. Hiçbirimiz bir diğerinden üstün yada aşağı değilken, öyleymiş gibi davranıyoruz. Bunu yaparken içimizdeki eksiklikleri tamamlamaya çalışıyoruz. Oysa birbirimizi yerdiğimiz her an ve birilerini gereğinden fazla övdüğümüz her an kendimizden azar azar uzaklaşıyoruz. Sonrası derin bir kuyu. Çık çıkabilirsen. Ve hiç ummadık bir elin sana doğru uzatıldığını gördüğündeki o şaşkınlık hem utanç vericidir, hem de paha biçilmez.

Hayat her ne kadar 'Kişisel Bir Savaş' olsa da, bizi herdaim güçlendiren, destekleyen ve ısıtan güçlü bir el arıyoruz ardımızda. Bir ses arıyoruz. Karamsarlıklar içinde nefes almaya çalışırken birilerinin gerçekten ne hissettiğimizi anlamasını istiyoruz. Karşımızda her söylediğimize sadece kafa sallayıp onaylayan birisi yetmiyor. Tek bir cümle arıyor kalp. Tek bir bakış. Bir samimiyet. Teselliler öte dursun, içten gelen bir söz. Bazense söylenecek birşey bulunmadığı için takınan mahçup suskunluk.

Hayatın içinde her ne yaşamış olursan ol, birinden nasıl ayrılmış olursan ol en iyi ve en kötü anlarında ondan bir kelime duymak istersin. Sadece "Hayat işte" demesi bile yeterlidir sana. Sadece söylesin. Konuşsun. Sen sessizliğin içinde boğulacağını düşünürken o ummadığını düşündüğün, fakat her zaman beklediğin elin uzatıldığını görmek istiyorsun.
Bir dünya ki; renkleri senden sorulur.
Bir dünya ki; gerçekler sadece sende gizlidir.
Bir dünya ki; ne kadar çok sevdiğini gerçekte sen bilirsin.
Bir dünya ki; ne kadar çok sevildğini asla tam olarak öğrenemezsin.
Bir dünya ki; sen kurmuşsundur düzeni.

Senin dünyan.

Ademoğullarının ve de Havvakızlarının altedemediği şu gurur... nasıl da içine hapsediyor bizi? Nasıl da kontrolü eline alıyor. Nasıl da bağlıyor elini ayağını. "Herşeye rağmen" deyip koşmak istersin birine. Bağlıdır ya elin ayağın, 'Senin Dünyan'ın içinde kendi kurduğun düzenin kurbanı olursun.

Lâkin... gideceğiz işte hepimiz. Gözlerimizi yumacağız. Yeryüzünde yaşadığımız bütün yaşanmışlıklar birer yalan olacak. Zaten yalan olanları da sayarsak, değmeyin. Dedem gibi öleceğiz. dağ gibi olsak bile, yakışıklı olsak bile, çok güzel olsak bile, aşkın doruklarında olsak bile, kuruyup gideceğiz.

Durup soluklanacağız herhangi bir vakit ve şöyle diyeceğiz:

Hayat işte.

Goncagül "Yeşil"