Adımlarıma Işık

23 Ekim 2016 Pazar

Nerelerdeyim ve Kiremit Kırmızısı Duvarım

Bu satırları eski odamdan yazıyorum. Eski odamın havası bi başka... 
Tabii farklılıklar var. Mesela masamın yerini değiştirdiler. Artık aynı duvara bakmıyorum. Kiremit kırmızısı duvarım da arkamda değil, yanımda. Yatağımın karşısında bir ütü masası var. Yatağımın üzerinde annemin kıyafetleri; hafiften bir giyinme ve çamaşır odası görevini görüyor, her yanında izlerim olan oda... Buraya evlendiğimden beri ne zaman girsem içim burkuluyor. Olduğu gibi kalsın isterdim nedense. Mümkün değil ki. Herşey gibi bu da bıraktığım gibi kalamazdı. Bir adet yeni yerleştirilmiş koşu bandı ve masamın üzeri babamın iş evraklarıyla kaplı. Bu bilgisayar hep yabancıydı gerçi ama bu defa daha yabancı. Klavye tuşları parmak uçlarıma oldukca eğreti. Değmesiyle çekilmesi bir oluyor. Bu kadar değişikliğin içinde benim de yüzdeyüz aynı kalmamın imkani yok. Kalmayayım da zaten. Kalamam da zaten... Bu odadan çıkarken, yani bekar olarak çıktığım o son gün bunu biliyordum. Negatif değil bu. Tam tersi.  İnsan büyüyor, olgunlaşıyor, öğrenmeye devam ediyor... Ve en önemlisi de hayalini kurduğu bütün kurguları sevdiğinin elinden tutarak yaşıyor. 

Yine de değişmeyen şeyler var. Yazı yazarken dinlediğim müzikler gibi. Mesela şu an yine yeniden Karikatür Komedya'nın enstrümental hali çınlıyor duvarlarımda. Tavanıma yapıştırdığım yıldızlar duruyor. Kapımın ardındaki "Gülümsemeyi unutma" sticker'i duruyor. Hatta 2008'de Viyana'da kazandığım madalyon bile kapı askısının üzerinde. Sanırım annem ayıcıklarıma da kıyamamış olacak ki onlar da oldukları yerde duruyorlar...

Neyse işte.
Peki ben bunca zamandır neredeyim ne yapıyorum diye sordum kendime. Neden  yazmayı bıraktım? Buraya yazmak biyerde dursun, minicik notlar bile alamıyorum artık. Yazmıyorum değil, yazamıyorum. İstemsiz. Her başladığımda tıkandım. Söylemek istediğim her kelimenin sonu bomboş kaldı. Anlamsız geldi. Devamı gelmedi, gelemedi. 

Ve sonra elle tutulur harika bir sebebim oldu. 
Çokca mide bulantısı...
İştahsızlık...
Halsizlik...
Kokuya karşı duyarlılık...
Biraz daha fazla aşk... : )

Bugün bu satırları iki kişi olarak yazıyorum. 
Bedenimde atan başka bir kalple beraber.
Hem de bu odada; Kiremit kırmızısı duvarım, asılı hayallerim, çocukluğum, gözyaşım, delicesine mutluluğumla beraber. 27'ye iki ay kala, bir ekstra canla.

Hani bazı duyguların tarifi yoktur...
Bu da öyle. 

Zor geçen ama her gününe değen kocaman beş ay. 


Sonra, duymamaya görmemeye özen göstermeye çalıştım canımı sıkacak herşeyi. Haberleri izlemeyeyim mesela dedim. Karar aldım. Fakat bu kendime yapabileceğim en büyük ikiyüzlülüklerden biri olacağına inandığım için, ve biraz da imkansız oldugu için antenlerimi tekrar açtım. 

Uzun lafın kısası, hayat bu. Kayıtsız kalamıyorsun patlayan bombalara, tecavüz edilip katledilen küçücük bedenlere...

İşte öyle biryerdeyim.

 yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe...

Goncagül "Aşk'ın Meyvesi"


1 Temmuz 2016 Cuma

Kum Gibi

Aslında herzaman, yani ben kendimi bildim bileli biryerlerde bombalar patlıyor ve masum insanlar ölüyordu. Bebekler ölüyordu. Kendimi bildim bileli kanlı bebek cesetleri görmüşlüğüm var. Ağıt yakan analar görmüşlüğüm de var. Oğlunun cansız bedenini kucaklayan acılı babaları da gördüm. Yerle bir olmuş şehirlerin üzerini ölüm sisi kaplamış, insanlar hangi bombaya ya da kurşuna yenileceklerini düşünüyorlardı kesin. Üzülüyordum. Fakat ne acıdır ki, isyanlarımın yerini alışmış bir ruh hali almıştı. Oralarda zaten savaşlar hep vardı ve çocuklar ölmek için doğarlardı...utanıyorum yazarken. Ama kandırmıyorum artık kendimi. Şimdi o bombalarla yaşayan, her an heryerde teröre kurban gidebilirim düşüncesiyle yaşayan bizleriz. Biz, kendini herdaim güvende ve 'farklı' zannedenler. Şimdi heryer, herkes aynı. Farklı değiliz. Hiç olmadık. Birileri yönetir, biz de uyum sağlarız. En acısı kanıksamak diyorum, kanıksıyoruz. Her ölen masum insanın ardından içim kan ağlıyor. Ama her sabah güneşle beraber doğmaktan vazgeçmiyor insan. İstesen de istemesen de hayat devam ediyor. Bu yüzden inancıma sımsıkı sarılıp, her yeni güne umutla bakmaya devam...basit, sade, koşturmadan. Birbirimizle yarışmadan.

Goncagül "Kum"

29 Haziran 2016 Çarşamba

Buz

Eskiden kendim için yaptığım en iyi şeylerden birtanesi bol bol yazmaktı. Aklımdan ve yüreğimden geçen her ne varsa... Çok üzerinde durmadan. Ama son zamanlarda, yazmak için her oturuşumda ekran başına, donup kalıyorum. Yazmadan önce zihnimden geçen bütün cümleler yok oluyor sanki. Anlatmak istediğim herşey sis bulutu olup bir anda sönüyor. Uzun uzun asalak gibi kalıyorum öylece... Miden bulanır ama birtürlü öğürüp kusamazsın ya hani, onun gibi... Vaz mı geçiyorum, iyice kendime mi dönüyorum, artık anlamsız olduğunu mu düşünüyorum, kelimelere mi küsüyorum, ifademde mi sıkıntı olmaya başladı, hiçbir fikrim yok. Kaç yazıya başladım, kaçını bitiremeden sakladım... 

Ve yine dondum.
Üstelik kahve de var.
Kafamın içindekiler bağırıyor. Ama çıkmıyor. 

Sanırım artık yazmak çok anlamsız.
Yazacak onca şey varken...

22 Mayıs 2016 Pazar

Yanıma Aldım Kendimi Ve Yürüdüm İnce Çizgisinde Yolumun

Yazımı yazmaya başlamadan kafamın içinde çalan şarkı buydu. 
Çünkü tam manasıyla duygularımın ve son günlerde yaşadıklarımın özeti bu cümle sanırım. Şu anda da farklı hissetmiyorum. My silver lining çalıyor ve tuhaf ama türk kahvesi içiyorum.  Diyeceksin ki bunun neresi tuhaf? Tuhaf işte çünkü ben çay ya da bilemedin filtre kahveden başka birşey içmezdim. Türk kahvesini yayam (Ananem) isteyecek de ben yapacağım da canım çekecek de eşlik edeceğim... İlişkimiz bu kadar-dı. Fakat son bir aydır bağımlısı oldum diyebilirim. 

Hayatımdaki değişiklikler bu kadarıyla kalsa iyi. Ergenliğimin kaç yaşımda başlayıp kaç yaşımda bittiği ile ilgili emin değilim ama, 26 yaşım aynı ergenliğimdeki gibi beni başka birşeye dönüştürmeye başladı. Sevmediklerimi seviyor, asla yapmam dediklerimi yapıyor, kim ben mi? hayatta olmaz! dediklerimi olduruyorum. En büyük marjinalliyim herşey tek renk iken turuncu oje sürmek ile sağ bileğime dövme yaptırmak olmuştu. Bunun yanısıra sanırım 14 yaşındayken converse'lerimin ön tarafına kalemle Fenerbahçe yazmak. Bunun adı marjinallikse şayet...
Ha ben kaşımı deldirmek istemedim mi? istedim ama babamın diğer kaşını da ben delerim tehditleri karşısında fazla direnemeyince o isteğim bir hayalden öteye gidemedi. Hal böyleyken, bu değişik isteklerimi rafa kaldırdım zannediyordum ki, yeni bir fikirle şartellerim atana kadar. Son derece "asla yaptırmam" diyebileceğim birşeyi, ensemdeki bir tutam saçı griye boyattım. Hayır başım göğe ermedi. Hoş, griden çok platin oldu o ayrı mesele. 

Bitmedi. 
Asla dinlemeyeceğim tarzda ki bir şarkıyı günlerdir - temizlik yaparken, yolculuk ederken, sabah uyanınca, ... - hiç durmadan dinliyorum. Şarkı o kadar benimle alakasız ki ismini vermeye utanıyorum. Ne yani utanılacak ne var sevdiysen sevdin işte NEYE GÖRE KİME GÖRE?! diye bağıran alter egoma ayar çekiyor, içsel haykırışlarımı dengelemeye çalışıyorum. Yalnız, alter egomdan bahsetmeyeli herhalde 10 sene olmuştur. Dedim ya, ergenlik gibi birşey yaşıyorum? 

Bitmedi...
Derin bir yalnızlığın tadını çıkartıyorum.
Önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim gibi... Yaşadığım en gerçek duygulardan biri. Ailem, en sevdiğim, onlardan bahsetmiyorum. Bu başka birşey. Eskiden de yaşadığımı zannettiğim ama içten içe kendimi yiyip bitirdiğim. Hep ama hep anlaşılmaya çalıştığım ama hiç anlamak istemediğim günlerdeki gibi değil. Bu daha derin ve daha gerçek. 16 yaş yalnızlığı ile 26 yaş yalnızlığını kapıştırırım : ) 26 yaş galip gelir, öyle diğim ben sağa.

Yani nasıl desem... Olgunlukla çocukluğun harmanlaşmış haliyim. Hem çok, hatta aşırı çocuğum. Yaramazım. Çılgınca fikirlerim var, ki hiç bitmediler. Hem de fazlasıyla olgun. Fazlasıyla ak sakallı dede ve bir o kadar "geçer çocuğum bu da geçer" li bir teyzeyim. 

Adını koyamıyorum. Ama sevdim. Dokuzuncu ayımda gibiyim. Doğdum doğacağım. Kafam çıktı çıkacak. Oksijeni içime çektim çekeceğim. Gözlerim açıldı açılacak... Seveceğim burayı, şimdiden anladım : )


Goncagül "Büyük Bebek"

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Duygu önceliği

Can Dündar'dan tutun en yakın arkadaşlarımdan birisinin hamileliğine...
En küçük kuzenimin nikahından Matthias'dan sonraki doğmamış yeğenime...
Gayet radikal bir kararla ensemdeki bir tutam saçı griye boyatmama...
Mayısın onsekizinde birden bire kazakla oturuşuma...

Birden bire uzaklaşan yakın olduklarını zannettiğim yakınlarıma...
Çok fazla şey söylemek isterim ama en iyisi susmaktır, bunu anlayışıma...
Kocamı ber geçen gün daha çok sevişime...
Yalnızlığın korkutucu olmadığına ve dahasına...

Hepsi hakkında satır satır yazmak isterdim...

Ama,  bir arkadaşım babasını kaybetmenin ne kadar acı verdiğini yazdıkca, günlerce susmak isriyorum.

Goncagül"öğreniyoruz"

5 Nisan 2016 Salı

Planetler arası uçuş

Kız derin bir boşluğun içinde süzülüyordu. Aydınlıktan karanlığa geçiş süreci böyle başlamıştı. Ne olduğunu anlayamadan... 
Burnunda hâlâ o yeni fırından çıkmış kek kokusu vardı, ama evinden  çok uzaktaydı. Süzülmek ve böylesine karanlık bir boşluğun içinde hiçliğe doğru yuvarlanmak keyif veriyordu. Meğer korkulacak birşey yokmuş diye düşündü. Yalnızlık ve bu kulakları sağır eden sessizlik o kadar da kötü değildi. Hatta herşeyden ve herkesten daha samimiydi. Gerçek böyle birşeydi. Fırından yeni çıkmış kek kokusu kadar huzurlu. Bir o kadar karanlık ve derin.

Şimdi ne olacak diye sormak istese de kendine, vazgeçti.

Yaşattığı ne olursa olsun, hiçbirşey gerçek kadar güzel olamaz.


23 Mart 2016 Çarşamba

Zor

Farkettim de artık iyi birşeyler yazmak için oturmuyorum pc'nin başına. Çünkü iyi birşey olmuyor hayatta. Olsa bile, o kadar çok kötü şey var ki oturup da iyi olanı yazmak gelmiyor insanın içinden. Hem kendini kandırıyormuşsun gibi oluyor. Ya da ne bileyim sanki bu dünyanın içinde değil de başka bir dünyada yaşıyormuşum hissi veriyor. Ha, yıllarca öyle yaşamadım mı? Evet yaşadım. Bu dünyadan değilmişim gibi yani. Gördüklerimle hayallerim yer değiştirdi hep. Duyduklarımla duymak istediklerim...Anlayacağın bir çocukluk ve ergenlik kendimi kandırarak geçti. Ne geçti elime? koca bir hiç. Yalnızlık güzeldir, ama kendine karşı dürüst isen. Değilsen geçmiş olsun... Ütopyanı yaratmayı başarmış olsan bile gün gelir cehennem yarattığını farkedersin. Sonra çık çıkabilirsen...
Neyse konu saptı yine.

Yok, öyle elle tutulur bir konu olduğundan değil. Kendi kendimin havuzunda boğulmayayım diye sapmamaya çalışıyorum. Yoksa dal budak çok. Havuz derin. Boğulmak serbest...

Ruhum omzuma pıt pıt yapıyor resmen. "üzülme..." diyor. Geçecek. Yine ruhum daha güçlü. Bedenim sıkıntılarla baş edemiyor. Zira bedenim sıkıntı ayırt etmiyor. Herşeye, herkese üzülüyor. Ruhum gözlerimin içine bakıp "sevmekten vazgeçme!" diyor. "Vazgeçersen bir farkın kalmayacak...Kendi cehenneminde yanacaksın" diyor. Ruhumu dinliyorum. İyileşmek ve inanmak istiyorum. Ruhum çok daha çabuk kendine geliyor. Toparlanıyor, ayağa kalkıyor ve beni sürüklemeye devam ediyor. Günlerim böyle geçiyor. Bana kalsa, parmağımı asla yormam içimdeki havuz için. Kendi kendime boğulur ondan sonra ruhumun beni kurtarmasını beklerim. Ama olmuyor...

Düşünüyorum yine. Hangisine daha çok yanmalı? Canlı bombanın patlattığı şehirlere mi? Ölen masum insana mı? Ölen masum insanların masum ailelerine mi? Canlı bombanın kendisine mı? Tecavüze uğrayan 45 tane güzel yavruya mı? Küçücük çocuğun bedenine sahip olmak isteyen zihniyete mi? "Birkereden birşey olmaz..." diyene mi? Tecavüze uğramamak için kendini balkondan aşağı atan gencecik kıza mı? Brüksel'e mi? Kime.....

Yanıyoruz. İçimiz yanıyor bu kesin. Birşeyler yapmak istiyoruz. Kimimiz çareyi bela okumakta arıyor. Kimimiz benim gibi satır satır yazarak rahatlamaya çalışıyor - ki imkansız-, Bazıları yollara dökülüyor. Pankartlar açıyoruz, sosyal medyayı kullanıyoruz, videolar yapıyoruz, bağırıyoruz- çağırıyoruz ama olmuyor abi...Değişmiyor ve hiçkimse anlamıyor. Ve en kötüsü de ne biliyor musun? Hayat ne yazık ki devam ediyor. Hiçkimse akşam yemeği için alışverişe çıkmamazlık etmiyor. Çocuklar okula gidiyor. İşciler işine. Doktorlar hastaları iyileştiriyor. Öğretmenler hala, şayet sapık değillerse, çocuklarımıza doğruyu yanlışı öğretiyor. Yiyoruz, içiyoruz, gülüyoruz... Biz durmuyoruz. Ve durmayacağız. Ta ki ölüm de birşekilde bizi alana kadar...

İşte tam da bu yüzden sevmekten vazgeçme. 
Biliyorum zor...
Önce kendin için, sonra varolmaya devam edebilmek için.

"Ateş"

13 Şubat 2016 Cumartesi

Birzamanlar insanlık

Bu sabah, nankörlük yapamam, karnım tok sırtım pek uyandım. Aynı diğer sabahlar gibi. Üstelik bununla ilgili belki de sadece iki dakika düşünüyorumdur. O da yemek yemeğe başlamadan önce şükrederken. Ya da evden çıkarken. Belki araba yolculuğuna çıkarken. Fazla değil yani. Oysa ki bu üzerinde uzun uzun düşünülüp, uğruna yazılar-şiirler yazılası, türküler yakılası bir olay. Bunun böyle oluşu; yani uğruna satır satır yazılıp deriiin derin incelenmesi gerekemesi de apayrı bir irdelenesi konu. 

Evet. Bu sabah böyle, yani diğerlerinin tabiriyle, deli gibi uyandım. Beni diğerlerinden deli yapan, diğerlerinin de kendilerini benden farklı yapan. Abi ne ara kutuplaştık? Neyse konu bu değil. Dağılıyorum yine. Parçalarımı oraya buraya savurdum ama inan, bi bulsam, harika bir puzzle tablosu olabilirim? Belki o zaman anlatabilirim...Hala, yıllardır, anlatmak isteyipte anlatamadıklarımı. Peki. Sorun bende mi yoksa sende mi sorularıyla öylesine kaybedilmiş çokca zaman var ki, bu sorunun saçmalığı ile ilgili yakın zamanda kitap çıkarmayı düşünüyorum. Ve hatta kitap çıkarmakla ilgili. Malum, artık herkes; klavye kullanabilen, kalem tutabilen, üç-beş fiyakalı kelime bilen herkes, kitap çıkarmakta özgür. Ne? biri bilgi kirliliği mi dedi? Popüler kültür mü? Acılar mı? Mahpus mu? Yok canım...değil işte. Tüm o söylediklerin, gerçekte olanlar ve okunanlar ile ilgili yakından uzaktan ilgisi yok. Zira, senin kendini yırtıp "ya neolur artık boş işlerle uğraşmayın! şu kitapları okumayın! azıcık delirin!" temennilerin içinde büyüyüp kelebekler halinde patlayacak. O kelebekler evrende uçuşup uçuşup rengaren heryeri, her pisliği, her kötülüğü, her sahtekarlığı ve de nicesini boyadıktan bir gün sonra, ölecek...

Fikrimiz ölecek canım. İnsanlığımız ölecek. Ben öldü sanıyordum ama sürünüyoruz. Etap etap ilerliyor, yavaş yavaş ardımızda bırakıyoruz bütün değerlerimizi. 
Ne ara bukadar tahammülsüz olduk birbirimize karşı? diyorum. Cevabını kendi çapımda binbir şekilde veriyorum. İçimden bir Rte çıkıyor, bir Kemal, bir Hitler, bir Nazım...ve daha niceleri!

Delirmiyoruz sevgili insan cemiyeti.
Aksine, akıllanmak için yapılan türlü eylemlerin sonucunda kaskatı, sabırsız, gereksiz kontrollü, gururlu, kibirli ve sözde sağduyulu oluyoruz. Adını facebook sağduyusu koydum şu an. 

Vatana millete hayırlı uğurlu olsun...

12 Ocak 2016 Salı

İnce çizgiler

Dün 26 yaşına girdim. Doğum günüm kutlu olsun.
Düşündüm, neler değişti hayatımda. Düşüncelerimde. Hayata olan bakış açımda? Var mı öyle çok değiştiğim noktalar. Ya da geldi mi üzerime 30'a 4 kala bir enteresan olgunluk? 

Aynı soruyu çok sevdiğim bir ablam sordu. Bilmiyorum ama, birşeylerin kıyısında gibi hissettiğimi söyledim. Gerçekten de öyle. Oysa Çağdaş'a sorsan, kıyı 29'da. 

Sonra düşündüm, kıyı insanın ellisindede olabilir, yetmişinde de. 
Sanki,  kıyıdan ne anladığınla alakalı gibi?
Ben bu yaşımda, kendimde değiştirmeyi çok istediğim ama bugüne kadar başarılı olamadıklarımdan başlamak istiyorum. Birçok radikal değişim yaşadığımı düşünsem de, değişmesi gerekenler olduğunu biliyorum. Bu yıl onlardan başlayıp kendimi bambaşka bir dünyanın içinde bulacakmışım gibi bir his var içimde. Belki öyle olmasını istediğim içindir. Ama yavaş yavaş kolları sıvadığımı düşünüyorum. Zaten herşey böyle başlamaz mı? Karar almak, seçimler yapmak... Gerçi en iyi yaptığım şey yarı yolda vazgeçmek ya da biraz zora gelince pes etmek. Ama zaten bu da değişmesini istediğim noktalardan birtanesi. Belki bu defa o kadar kolay vazgeçmem : )

Peki neden kendime bu kadar döndüm? Neden aynaya daha derin bakar oldum? Neden olmayan gözaltı çizgilerimi görmeye çalışıyorum? Neden daha fazla muhasebe yapıyorum? İçime dönüyorum? Yalnızlığı seçiyorum? Cevabı zor değil ama şaşırtıcı. 
Bence çok önce farkına varmış olmam gereken gerçeklerin farkına varıyorum. Ego değil. "Sadece ben" kibiri hiç değil. Arada çok ince bir çizgi var. Kendini değmeyen konular için harap etmekle sağduyunun arasındaki fark gibi. Hayatımdaki en büyük yanlışların sebebi ortasını bulamamış olmamdan kaynaklanıyor mesela. Ya yüceltirdim, ya yererdim. Ya siyahtı, ya beyaz. Aslında bazı durumlarda gayet grinin elli tonuydu. Bazı kişiler gördündükleri gibi değildi. Pozitif düşündüklerim negatif, negatif düşündüklerim ise pozitifti. Ama illa bir kalıp içerisine sığdırmaya çalıştığım için hayalkırıklığına uğradım.

Şunu çok net anladım. Kendine, kafanda iyi bir yere oturttuğun insanların seni hiçbiryere oturtmadığını söyleyip herkesi durmak istedikleri yerde bırakacaksın. Ekstra enerji sarfetmekle hiçbir eylem göstermemek arasındaki ince çizgi...
Gerçekten güvenebileceklerine güvenmek, ama herkesi sevmeye çalışmak. 
Sanırım en güzeli bu...


Goncagül "26mum"